25 Temmuz 2014 Cuma

Ortadoğu Su Meselesi ve İsrail

Günümüz Türkiye'sinde özellikle büyük şehirlerde yaşayanların araştırmadıkları sürece pek farkında olamayacakları, Ortadoğu su meselesi aslında bölgenin en önemli problemini teşkil eder. Aynı zamanda petrol gibi enerji kaynaklarının zengin olduğu bu bölge, 21.yy artık suyun paylaşımı konusunda sıkıntıların yaşanacağı bir bölge olarak karşımıza çıkacak.

Devletlerin varoluş sebebi halkların yaşam haklarını korumak ve kollamaktır. Devletler kendi halklarının çıkarı için çeşitli konularda uzun vadeli planlar ortaya koymak ve bunları uygulamaya çalışmak zorundadırlar. Ekonomik programların yanı sıra, enerji temini, güvenlik, besin temini gibi konular hayati önem taşır. İşte su meselesine bu gözle bakıldığında ne kadar önemli olduğunu anlamak pekte uzun sürmeyecektir.

Ortadoğu'daki devletleri su kaynaklarının yeterliliği açısından değerlendirdiğimizde, Türkiye ve Irak en rahat devletler olarak ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra Mısır tek su kaynağına sahip fakat bu kaynak Nil nehri. Diğer birçok Arap ülkesi ise yer altı su kaynaklarından en yüksek verimi almayı, artık tarihin getirdiği bir yetenek olarak, becerebiliyor. Sorunlu olan devletlerse yüz ölçümü küçük ve nüfus olarak yoğun olanları. Bunun başında ise İsrail geliyor.


Yukarıdaki haritada İsrail'in 1946'dan itibaren topraklarını ne şekilde genişlettiği görülüyor. İlk aşamada deniz kenarında, kuzeyde ve doğuda belirli bölgelerde yayılma yaşandığı görülüyor.

Kuzeyde Taberiya gölü tamamen ele geçirildi. Doğuda ise Lut gölüne bir kıyı yaratıldı. Sonraki aşamalarda görüldüğü üzere, bu alanlar tamamen ele geçirildi. Kuzeydeki Golan tepeleri içme suyu açısından Ortadoğu'nun en önemli bölgesidir. Lut gölü tuz açısından dünyada 3. sıradadır. Deniz kıyısında ise yine dünyanın en gelişmiş su artıma tesisleri bulunmaktadır.

Bu gözle bakıldığında İsrail'in saldırgan politikasının asıl sebeplerinden biri ortaya çıkıyor. Siyonist hareketin emeli olan sözde vaadedilmiş topraklar yani Nil'den Fırat'a uzanabilmek belki birkaç yüzyıl daha sürebilir. Fakat araştırıldığında görülecektir ki nüfusu Ortadoğu'da en hızlı artan devlet İsrail'dir. Yani bu kaynaklar artık onlar için yetersizdir. Aynı zamanda bu bölgedeki her hangi bir devlet için su artık güç demektir. Yer altı ve yer üstü su kaynaklarının paylaşımı bu yüzden çok daha önemli.

Bu bağlamda Manavgat çayından elde edilen suyu satın almaya muhtaç bir ülke olan İsrail elinde olan askeri gücü su kaynağı olan her bölgeye doğrultacağı çok nettir. Fakat burada bir zorluk yaşamamak için etrafının zayıflaması şarttı ve operasyon uzun yıllar önce başladı.

Her ne kadar zulüm ve insanlık suçları açısından kınasak da, sonuçta bir devletin ileriye dönük planlarının hükümetler ve yıllar geçse bile nasıl değiştirilmeden uygulana bildiğinin dersini de yine İsrail'den almak gerekir. Bu açıdan yeryüzündeki rakipsiz tek devlettir. 116 yıldır halk olarak, 68 yıldır devlet olarak en başta planladıklarını hala uyguladıklarını bilmek gerekir.

Hemen çevresine bakıldığında, Mısır devrim ve darbe sonrası bunalımda, Suriye'de iç savaş var. Ürdün zaten siyasi olarak gebe, Irak fiili olarak 3'e bölünmüş durumda, İran'da Ahmedinejad'ın uyguladığı politikanın tam tersi Hasan Ruhani sayesinde uygulanmaya başladı ve caydırıcılığı kayboldu, Türkiye'nin hali ise son 12 yıldır zaten en içler acısı olandır.

Böyle bir fırsat eline geçmişken İsrail devletinin agresif olması dışardan bakıldığında mantıklı olandır. Gazze'de yaşananları tabii ki tasvip etmiyoruz ve kınıyoruz, fakat bu nafile vızıltılar yerine, artık ders çıkartıp uzun vadeli stratejiler ortaya koymanın ve bunun arkasında durmanın vakti gelmiştir.

15 Temmuz 2014 Salı

Dünya Düzeni - 2 || Toplum Yönetimi - Din,Para ve Teknoloji

"Dünya Düzeni" yazı dizimin bu ikinci bölümünde toplumların algı yönetiminin nasıl gerçekleştirildiği ve bunun amaçlarının neler olduğundan bahsedeceğim.

Öncelikle "düzen" olarak adlandırdığım olgudan kasıt, yeryüzünün nüfusuna oranla çok az sayıda kişinin amaçlarına hizmet eden bir toplum yönetim sistemidir. Bu seçkin zümrenin en önemli silahı para ve paranın dünya üzerindeki akışıdır.

Para akışının önemli hale gelebilmesi için öncelikle bütün dünyanın ortak para birimi olması gerekir. Böyle bir şey yoktur, fakat Amerikan Doları en azından devletler düzeyinde ortak para birimidir. Bunun yanı sıra dünyayı belirli bölgelere ayırarak bölgesel para birimleri oluşturulması ortak para birimine giden bir adımdır. Örneğin; Euro Avrupa bölgesinin parasıdır, Yen ise Güneydoğu Asya'da bölgesel para birimi olarak kullanılmaktadır. Bir başka örnek verecek olursak metalar üzerinden para birimleri yada ödeme şekilleri oluşturulmuştur. Petrol alım satımı dolarla yapılmaktadır, merkez bankaları stok olarak altını kullanmaktadır vb.

Bu şekilde sınıflandırılmış para birimleri kontrolün kolay olamasını sağlar. Aklına "daha pek çok para birimi var" gibi soru işaretleri gelenlerin tek bilmeleri gereken şey, Forex tarzı piyasalarla zaten bütün para birimlerinin birbirlerine bağlı olduğudur. Paranın kontrol edeceği her çeşit alan bu şekilde belirlendikten sonra gereken şey bu paranın akışının sağlanmasıdır. Bu akışı sağlamak için kullanılacak el, uluslararası şirketlerdir.

Bankacılık, sigortacılık, enerji, taşımacılık, gıda, ilaç, ağır sanayi ve ince teknoloji sektörlerinde kesin hüküm sahibi bu zümredir. Bu sektörlerdeki şirketleri piyasadaki gizli el gibi kullanarak bütün dünya ekonomisini şekillendirirler. Her sektör için devletler bazında özel kurallar manzumeleri yani yasalar oluşturarak kendilerinin hiç bir şekilde zarar görmediği bir sistem oluşturmuşlardır.

Toplum yönetiminde para çağımızın köleleştirme aracıdır. Ama tarih boyunca görüldüğü üzere her kölelik zamanı bir şekilde isyanlar, başkaldırılarla kapanmıştır. Bugün aynısının başlarına gelmemesi için "düzen" sahipleri toplumu kontrol altında tutacak özellikle iki şey üzerinde çok hassas davranırlar. "Din ve Teknoloji"

Bu yazının konusu üzerine bir tartışma içine girseniz her zaman medya ile algı yönetimi yapıldığı hususuna değinilir. Algı yönetimi medya ile yapılmaz, medyanın yansıttığı konu ile yapılır. Yani önce medyayı yani teknolojiyi ele geçirmek gerekir ki, zaten para bunun kilidini açmaktadır. Bunun yanı sıra sağlık sektöründeki akla gelebilecek her şey teknolojiyle alakalıdır, askeri gelişim, iletişim yöntemleri, sanayi vb. her şey teknolojidir. Kabaca bunları para ile elde tutarsınız ama daha önemlisi kullanmaktır.

En basit örnek internettir. İnterneti hangi amaçla kullanıyorsun sorusunu insanlara sorduğunuzda çok büyük kesmi eğlence amaçlı olarak, can sıkıntısından vakit geçsin diye vb. cevaplar verecekler. İnsanlar özellikle bizim gibi toplumlarda entellektüel gelişim için interneti kullanmazlar. Çünkü onlar için ön plana çıkartılan, twitter, facebook, youtube gibi yine kendi alanlarında "TEKEL" haline gelmiş web siteleri tasarlanmıştır. Bu web sitelerinin sahipleri bile nasıl bu kadar çok ilgi çektiklerinin farkına varamamaktadır. Suni bir moda yaratılarak gerçek dünyada olduğu gibi sanal dünyada da insanlar birlikte istiflenerek sürüleştirilmektedir. Gerçek dünyada bunun yapılma şekli İstanbul'da çok net şekilde görebileceğimiz şehrin çeşitli yerlerinde kurulan sitelerle insanları iş ve ev arasındaki küçük yaşam alanına sıkıştırmaktır. İnsanlar kibrit  kutusundaki kibritler gibi istiflenir.

Teknoloji bu şekilleriyle daha gelişmiş bölgelerde başarı sağlar, az gelişmiş bölgelerde ise ikinci silah yani din daha ön plandadır. Günlük hayattaki ilişkilerimizi yasalar nasıl belirliyorlarsa, fikri hayatımızdaki yönelişlerimizi din olgusu tıpkı felsefe gibi belirler. Bu yüzden kontrol mekanizması olarak kullanılması çok doğaldır.

Avrupa'dan Güneydoğu Asya'ya kadar uzanan eski dünya olarak adlandırılan bölgede din konusunda inanılmaz bir karmaşa vardır. Hindistan, Çin bölgesinde adeta her şehir farklı bir inanışla yaşar dahası inanışlar üzerinden turistik gezilerle para kazanılmaya çalışılır. Ortadoğu bölgesi ve Kuzey Afrika ırksal ayrılıkların dine yansımasını yaşar ve mezhep savaşlarıyla yıllardır uğraşmaktadır. Avrupa'da genel olarak Hristiyanlık üç mezhebe ayrılmış gibidir, fakat her mezhep her ülkeden farklı yorumlanarak yaşanır.

Kuzey Amerika'da zaten bireylerin kendi başlarına din kurmalarına tepki gösterilmez ki Anton Szandor Lavey gibi sapkın adamlar ortaya çıkıp mürit toplayabilirler. Aslında en net şekilde Katolikliğin yaşandığı Güney Amerika ülkeleri ise zaten şirketokrasi tarafından ekonomik olarak çökertildiği için din konusunda başlarına ekstra çorap örmeye gerek kalmamıştır. Örneğin, sömürüye başkaldıran Peru'nun kuzeyi yani Bolivya bölgesinin efsanesi Simon Bolivar'ın adı 1830'dan beri her halk ayaklanmasında insanların dilinde olsa bile, Bolivya'da asgari ücretle çalışan bir işçi günlük ücretiyle beş litrelik su alamamaktadır. Çünkü ülkenin yer altı ve yer üstü hatta yağmurlarda dahil olmak üzere bütün su kaynakları özelleştirilmiştir.

Din farklı şekillerde silah olarak kullanılır. Bazı toplumlarda kafa karışıklığı yaratır (ABD) bazı toplumlarda bitmeyen savaşlar çıkartır (Irak,Nijerya) bazı toplumlar için manifesto halini alır (İsrail) bazı toplumlarda gelir kaynağıdır (Hindistan) bazı toplumlarda ilerlemenin karşısında olur (S.Arabistan) bazı toplumlarda yönetimin ele geçirilmesi için kullanılır (Türkiye) bazı toplumlarda insan olgusunu mekanikleştirmek için kendini tasfiye eder (Sovyetler). Her türlü kullanım şekli için "düzen" dediğim zümre ayrıntılı raporlarla stratejiler belirler ve bunları uygular.

Önümüzdeki bölümle yönetimin bölümlerinden bahsedeceğim yazı dizimi takip etmeniz dileğiyle.

13 Temmuz 2014 Pazar

Dünya Düzeni - 1 || Gazze ve İslam Devletleri

Uzun süredir yazılarıma ara vermiştim. Sebebiyse yeni bir yazı dizisi için araştırma yapmaktı. Şimdi "Dünya Düzeni" adlı yazı dizimin ilk bölümünü sizlere sunmaktayım.

Konu aslında İslamın yoğun olduğu bölgelerdeki devletlerin geçmişi ve günümüzdeki vaziyetleri ile sınırlı olacaktı, fakat son günlerde Gazze'de yaşanan olaylar Filistin meselesine değinme gerekliliğini hissettirdi.

Sanayi devrimiyle makine teknolojisinin hızlı şekilde geliştiği batı toplumlarında 19.yy'da artık petrol ve petrol türevlerinin yakıt olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte; bu değerli hale gelen enerji kaynağının bulunduğu topraklar, emekleme aşamasını geçip yürümeye başlayan kapitalist düzenin ağzını hemen sulandırdı. İslam coğrafyası ve Güney Amerika bölgesi bu sebeple hedef haline geldi. Çünkü toplumlar hem teknik olarak geri yani mücadelesi kolay, hem de güdülmeye müsait fikir yapısına sahipti.

Konumuz olan İslam coğrafyasının büyük bölümü Osmanlı topraklarıydı. Bununla birlikte Pakistan, Afganistan, Hindistan gibi bölgelerde aynı sınıfa dahildi. Batı dünyası ilk düzenini savaş yoluyla kurdu ve bu coğrafyalarda hükmü eline geçirdi. İlk safha zaten budur. İlk safhada kapitalist düzen için tek aksak nokta Anadolu topraklarında bir egemenlik mücadelesinin başlaması ve bunun sonuçlarıdır. Çünkü 1.Dünya Savaşı sonunda paylaşımdan memnun olmayan güçler 2.Dünya Savaşına başladıklarında, İslam coğrafyasında savaş pek alevlenmediği için, bu Anadolu hareketi (ve aynı şekilde Hindistandaki hareket) toplumları kendine getirdi.

Bu şekilde 2.Dünya Savaşı bittikten sonra çoğu İslam Devleti bağımsızlığını ilan etti. Yani kapitalist düzen için daha hızlı giden ilk tren kaçmış oldu. Ağır savaş sonuçları yeni savaşları mümkün kılmadığı için yeni stratejiler uygulamaya geçirildi. İç isyanlar kışkırtılarak, yeni palazlanmaya başlayan uluslararası şirketler yoluyla ülkeler yeniden işgal edildi. Bu ikinci safhadır. Bu safhanın sonu SSCB'nin çöküşü ve aynı dönemlere denk gelen İslam coğrafyasındaki tek adam yönetimlerinin egemen olmasıdır. Mısır, Libya, Irak, İran buna en güzel örneklerdir. Yeni sorun bu adamlardan kurtulmaktır. Uzun sürecek olan üçüncü safha böyle başlar.

Zaten Gazali felsefesinin yüzyıllardır egemen olduğu İslam coğrafyasında bir kişi çıkıp bu din "naklen değil aklendir" demiyorken, bundan faydalanan düzenciler 20 yılı aşkın süre boyunca her türlü mezhepsel bölünmeyi, dini sömürü aracı haline getiren tarikatvari oluşumları ve benzerlerini "düşünce özgürlüğü" "insan hakları" gibi tezlerle destekleyerek toplumların bilinçlerini kaybetmesine yol açmışlar ve güdülmeyi bekleyen koyunlar haline getirmişlerdi. Bu sürecin sonunda sözde "Arap Baharı" olarak nitelenen olaylara zaten hep birlikte şahit olduk. Daha da kötüsü kendi topraklarımızda da bu stratejinin ne kadar sinsi ama bir o kadar iyi şekilde çalışıp, başımıza kimleri getirdiğini görüyoruz.

Bu son safha ile bütün İslam coğrafyasında ekonomisi dışa bağımlı olmayan ve enerji kaynaklarını kendi istediği yönde kullanabilen bir devlet kalmamıştır. Türkiye de buna dahildir.

Aynı süreçte gelişen olay ise Filistin meselesidir. Paralel bir şekilde aynı zaman dilimlerinde farklı aşamalarla ilerlemiştir. 1897 de Theodor Herzl tarafından Basel'de verilen bir konferansta "Der Judenstaat" (yahudi devleti) adlı eseri düstur edinilmiş ve Siyonizmin temeli burda atılmıştır.

Siyonizm için kısa bir bilgilendirme yapacak olursak, yahudilerin büyük hayalinin ideolojisi diyebiliriz. Bu hayalin çıkış noktası ise onlara Avrupa'da yapılan baskı sonucu ezilmişlik sendromundan kurtulma çabalarıdır. Sanıldığının aksine yahudi karşıtlığı ilk olarak Almanya değil Fransa'da başlamıştır ve 2. Dünya Savaşından neredeyse 150 sene öncesine dayanır. Patlama noktası ise Dreyfus olayıdır. Bu insanlar kendilerine bir yurt bulmak zorunluluğunu bilinç altlarında hissetmişlerdir.

Bu konferans sonrası İsrail devleti kurma çalışmaları için ilk olarak toprak gerekiyordu. Geldiler Sultan Hamide, toprak istediler karşılığında para teklif ettiler. Geri çevrildiler ve ilk engel olan Osmanlıyı ortadan kaldırma planı başladı. 20 sene sonra Osmanlı yıkıldı. Artık istenen toprak yani Jerusalem bedava olarak ortada kaldı. Şimdi nüfus gerekiyor. Hitler destekleniyor. Yahudiler kaçırılıyor ve Filistin bölgesine getiriliyor.

Şimdi sırada o bölgenin yerlileri Araplardan kurtulmak var. Hemen savaşlar ve diplomatik oyunlarla belli bir bölgede kesin egemenlik (işgal) sağlanıyor. İşte Gazze bu noktada aslında Arapların son direniş noktasıdır. Anlamı şudur; ya haksızlığa boyun eğersin ya da baş kaldırırsın ve ne olursa olsun bedelini ağır ödersin. İşte orada yaşanan tam olarak budur.

Filistin bölgesine haritada bakın ve bir de yozlaştırılmış İslam-yoğun devletlerin büyüklüğüne bakın. Neden bu problemin çözümü için tepki veremiyorlar?

Çünkü bu topraklarda ne ırk kardeşliği, ne din kardeşliği, ne insan haklarının yok sayılmasına bir isyan, yani ne şeref ne haysiyet kalmıştır. İnsanlar arasında kan bağı para akışıdır, tanrı paradır ki bütün duaların ortak temennisi paraya ulaşmaktır, edebiyat, bilim ve sanat kazınmıştır ki insanlar devekuşları gibi başlarının kumun altından çıkarmazlar.

IŞİD gibi soysuzlar çeteleriyse buradaki meselenin çözümü için o ateşli naralarını atıp İsraile çatacağına kendi hayat anlamı paraya ulaşmak için kardeşliklerin hepsini ayaklar altında ezmektedir.

25 Nisan 2014 Cuma

Günümüzün Halleri

Ben şu an ömrümün daha 25 senesini doldurmuş bir gencim. O yüzden Cumhuriyet tarihinde yaşanmış çoğu siyasi gelişmeyi, kitaplardan, belgesellerden, eski gazetelerden ya da o günleri yaşamış kişilerin sözlerinden öğrenebiliyorum. Son 15-16 senedir yaşanan olaylarıysa zaten kendim gözlemliyorum.
Şu cümleyi kullanmayı çok sever oldum, "nerede o eski bayramlar".. Bu tabii ki benim eski bayramları gördüğümden değil, günümüzdeki bayramları(!) gördüğümden dolayı söylemeyi sevdiğim bir söz.
Merak ediyorum ülkemizde bu günlerde devletimizin milli stratejisi nedir, ileriye dönük neler planlanmaktadır, ekonomi programımız nedir, üretim yapmaya ne zaman başlayacağız, doğuya mı yöneleceğiz, batıya mı yöneleceğiz vs. gibi sorulara cevap verebilecek bir insan evladı var mıdır?
Bu sorulardan herhangi birine yanıt verebileceğini zannedip kafaları bulandırmaktan başka bir halt etmeyen bir çok kişi olduğunu biliyoruz zaten, ben onları kastetmiyorum. Yönetimin kendisi bile ne yaptığını bilmez halde. Biraz oraya salliym, biraz buraya salliyim, bugün bu konuda konuşalım, bugün şu konuda konuşalım vs. şeklinde bir devlet politikası güdülmekte ve bu kandırmacayı da kimsenin anlamıyacağını zannediyorlar.
Bu ülkenin vatandaşlarının hepsinin aciz olduğunu düşünmek kadar saflık derecesine varacak ve bütün vatandaşları kandırabileceğini sanarak afmazlık derecesinin üst limitleriini zorlayan yöneticiler, acaba devlet için değil kendileri için mi politikalar üretiyorlar?
Bu sorunun cevabı verilebilir işte, ben söyliyim "evet".
Sırf koltuk sevdası için bu kadar insana yalan söylemek utanç verici olmalı. Ben zannetmiyorum geceleri rahat uyuyan yöneticiler olduğunu. Onlarda farkındala ve bu yüzden korkmaktalar. Bu sebeple artık girdikleri yoldan da dönemez durumdalar. Artık mal ve can derdine düşmüş durumda sadece kendi geleceklerini kurtarmak için hatalı kararlarının dozajını arttırmak zorundalar.
Eskiden bu ülkenin içerde iyi eğitim kurumları vardı her şeye rağmen, köy enstitüleri varı, halk evleri vardı, üniversitelerdeki akedemisyenlerinin bazılarını dünya ayakta alkışlardı, şairlerimiz vardı, ozanlarımız vardı. Bir Karaoğlanı vardı Kıbrısa giden, yahu Tansu Çillerin bile Kardak zamanı asker gidecek bayrak inecek dediği bir bilinç vardı bu ülkede, şimdi nerde?
Şimdi yalaka yazarlarımız var, pop şarkı sözleri yazanlarımız çok, üniversitelerimiz sessiz, halkımız bihaber, saldım çayıra mevlam kayıra halinde günlerimiz geçiyor.
Hepsinden önemlisi bizim bir ordumuz vardı, gerektiğinde Kıbrıs'a harekat edebilen bir ordudan bahsediyorum, Kuzey Irakta postallarıyla basılmadık toprak bırakmayan ordumuzdan bahsediyorum, bir kaplandan bahsediyorum, şu anda ki gibi kışlasına sinmiş kedi gibi askercilik oynayanlardan bahsetmiyorum.
İşte bütün bunların sebebi bu günümüzün halleri, halkımızın halleri en başta zaten ama siyasetçilerin halleride öyle.

21 Ocak 2014 Salı

Yemlenen Koyunlar || Türkiye

Bir varmış, bir  yokmuş..

Bilmem hangi ülkenin bilmem neresinde, büyük bir merada bir sürü koyun yaşarmış. Bu koyunlar diledikleri gibi otlar, diledikleri gibi gezer oynarmış. Bu meranın etrafında tepeler, tepelerin ardında kurak topraklar varmış..

Bir gün aç bir çoban çıkagelmiş. Biraz suratsız, birazda kelmiş. Koyunları görmüş, otladıkları yere gidip yemlemeye başlamış. Günlerce koyunlar hem ot hem de yemleri kemirmiş. Çoban alıştıklarını fark edince yemlerini meranın tepelere yakın yerlerine atmaya başlamış. Yavaş yavaş her gün tepelere yaklaşmış. Artık yemleri tepelere atar olmuş, koyunlarda onu takip eder.

Böylece onları kurak topraklara çekmiş, tepelerden aşağı inince orada bir ağıl kurmuş. Koyunları her gün yemlemiş. Canı isteyince keser birini yermiş. Bir gün bilerek bir kaç koyunun ağıldan çıkmasına izin vermiş. Bir kaç gün sonra ne yapacağını bilmeyen kaçak koyunlar açlıktan ölmüş. Çobanda gelip diğerlerine bakın işte dışarı çıkarsanız aç kalırsınız demiş.

Günler, aylar, yıllar geçmiş. Koyunlardan biri ne zaman kaçsa ölür, çobanda onu getirip ağılın yanına gömermiş. Bir gece bir koyun çitlerden atlamayı başarmış. Aradan günler geçmiş çoban ölüsünü bulamamış. Sonra o koyun gelip arkadaşlarına tepelerin arkasındaki merayı hatırlatmış. Günden güne koyunlar meralarına kaçmış ve çoban yine aç kalmış...

İşte bu aç çobanın hikayesi şimdi ki Türkiye'nin hali..

Koyun sürüleri haline gelmiş halk hafızasını canlandıran olayları yaşıyor. Hak, hukuk, dürüstlük, vicdan bunları yavaşta olsa hatırlıyor. Aç çobanları; yani hayatlarını, topraklarını çalan hırsızları cezalandırmaya hazırlanıyor.

Halkını sömürüp kırıntıları onlara atan bir zihniyetin çöküşünü izliyoruz. Dert sadece para değil, ahlak budur allah budur diyerek dini hurafelerle dolduran, tecavüzcüleriyse sokaklara salan ahlaksızların yok oluşudur bu. Suçsuzlara kara çalıp, iftiralarla zindanlara tıkan, zihni prangalanmış vatan hainlerinin sonudur bu. Tarihimizi de iyi biliriz, diyerek bin yıllık ata topraklarını teröristle paylaşan soysuzların son nefesidir bu.

Çitleri aşmaktan gerekirse yıkmaktan korkmayın, tepenin ardını görene kadar gerekirse aç kalın, yeter ki aç çobana tebessüm etmeyi haram, kendini geleceğinizi parlak kılın.

Erol KÖK