8 Ekim 2013 Salı

Demo-Kros Haritası

Geçenlerde bir paket mi bulunmuş ne, ülkeyi karıştırdı. Yahu şu son zamanlarda popülist kelimeleri ne kadar çok kullanır oldu bu millet. Paket, açılım, şok edici konuşma, süreçler, anadil, demokrasi, yol haritası vs.. Paket nedir arkadaşlar yahu, yasa tasarısı denir bu tür şeylere. Ama yasa falan denilince millet hani bir çekimser davranır, e hükümet bunu çok iyi bilir olduğu için, paket vs. diyerek yediriyor. Yeni bir şey de değil 10 küsür senedir bu böyle.

Neyse gelelim konunun özüne. Şimdi bu Akp ne diyor? Durmak yok yola devam, beraber yürüdük biz bu yollarda vs. Ama baktılar artık son zamanları geliyor. Ülkeyi de tam istedikleri kadar zehirleyememişler. Hemen vitesi arttırdılar, koşuya başladılar. Yerim deyim yerindeyse yürümekten krosa geçtiler.

Ayrıca her siyasetçinin kullandığı standart bir laf vardır. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır. İşte bu paket öyle bir şey. Yani demo (deneme sürümü). Bir de bu erozyon hareketinin nerelerden nasıl olacağının bir planı bir projesi olur. Ona da yol haritası der bu zatlar. Alın size demo-kros haritası.

Şimdi haritaya bir bakalım neler var neler. Seçim barajı!! Hemen belirtelim bu en önemsiz madde burada ki. Çünkü değiştirmeyecek, tartışmaya açıyorlar. Niyetimiz iyi demeye getiriyorlar. Tak ordan atlıyoruz romen enstitüsü. Yahu buna eyyamcılık denir kardeşim. Sen git Sulukuleyi yık, adamların kültürünü ortadan kaldır, sonra Romen kültürünü yaşatmak için enstitü açacağız de. Bunu git bir darbukatöre söyle cevabı "hade ordan beyaa" olur.

O kadar özgürlük ibadete karışmamak falan dediler, araya türbanı giydirdiler. Alevi kardeşlerim ibadet etmesin mi? Ne oldu cemevlerine? Türbanın arkasına saklanmada ortaya çık sen önce bunu açıkla millete.

Yahu devlet bir kurumdur. Bu kurumun dini olmaz. Madem yönetiyorsun önce bunu bir kafana yerleştirecekin. Takkeyi çıkartıp önüne koyacak bir düşüneceksin. Ama sana zor gelir kardeşim. Sonra devlet dediğin şeyin bir resmi dili olur. Bunu zedeleyemezsin. Yok anadilde savunma hakkı. Kardeşim sen git önce bir okul aç doğuda köylerde, koy oraya öğretmenini bak bakalım dil öğrenmek isteyen var mı yok mu? Sen daha doktorunu, öğretmenini Ankara'dan öteye göndermekte başarısız ol sonra ülke yönetmeye kalk.
Olmaz arkadaş.

Zaten üretim yapmayan bir ülkede yaşıyoruz. Ağır sanayi diye bir şey yok. Elektriğin özel, telefonun özel, suyun özel, gazın dışardan, benzinin dışardan, samanın dışarıdan, havamızı ne zaman satıcan?

Bir ülkenin ordusunu al sen hapishanelere tık. Sonra ülkemi savunuyorum ben diye git patriotları ülkene yerleştir. Natoya üsler aç, radarlar madarlar. Ama aynı zamanda git mayınları temizlet sınır boyunca, tak orda savaş çıksın hemen sonrasında, sende en önde bayrak tutan terminatör kesil başımıza. Yahu höt dese biri yanında kalbine inecek, 5000 polisle dolaşıyosun sen hangi savaştan bahsediyosun arkadaş.

Koşuya devam edelim derken ciğerimizi söktün yahu, böyle başbakan mı olur. Sözlüğe bakıcaksın önce, vatan haini neymiş okuduktan sonra, ampül yanacak, sonra gidip aynaya bakacaksın, sıfat karşına çıkacak, ah bide utanman olsa oda çok güzel olacak. Ama bizim bir abimiz vardı hep derdi, suratı kösele kösele der ayaklarının altına vururdu, bu tip adamdan bi tane çıkarmı karşımıza diyordum, bir gökçek çıktı, bir de sen be tayyip. Ama bi tane adam etmediniz.

Ben bu ülkede yaşadığım için gurur duymak istiyorum, sizin yüzünüzden utanmaktan sıkıldım. Kandırılmış koyun sürülerinizde uyanıyor yavaşta olsa. Umarım pasaportlarınızı uçak biletlerinizi hazırlamışsınızdır. Buralardan defolur gidersiniz. Sizlerinde 30 yıl sonra kahraman olmasını içimize sindiremeyiz...




26 Eylül 2013 Perşembe

Tayyip'in S10 Yılı

Çok güzel bir atasözümüz var, bilir misiniz? Hani zor günler geçirirken söylenir, haksızlığa uğradığınızda aile büyüklerinizden mutlaka duymuşsunuzdur.. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner... İşte Tayyip beyin hesap kesim günü yaklaştı..

Ama faturası çok ağır, ülkeyle uzun süredir oynadığı için değil, o süre zarfında ülkeyi çok hor kullandığı için. Biraz hatırlayalım mı nasıl geldi, neler yaptı?

Bakınız bu son Ergenekon'la ortaya çıktı ki meğer bu 28 Şubat Tayyip'e yaramış. Nasıl mı? Ustası merhum Erbakan'dan kurtulması gerekiyordu, hem onun hem dış güçlerin.. Sebep mi? Çünkü Erbakan'da dini kullanırdı ama o en azından milli bir kalkınma hayal ediyordu. Bu dış güçlerin işine gelir mi? Gelmez tabi..

Onu yollarken de o kadar güzel bir tezgah kuruldu ki, süreç sonuçlanınca muhafazakar kesim mağdur, ordumuzda anti-demokratik gözüktü... Boşluğu da Tayyip doldurdu. Çünkü onun bir felsefesi var. Nerde beleş oraya yerleş...

Sonra neler yaptı.. Mesela gitti Yahudi cesaret nişanı alan ilk Yahudi olmayan kişi oldu, ama elhamdülillah müslümandır kendisi yanlış anlamayın. Öyle müslümandır ki o, toplumun en kutsalı olan vakıfları bir şekilde işletmelere dönüştürürmesini iyi bilir o. Vakıf dediğin hayır içindir, ticaret için değil deseydi fetoş, o da dokanmazdı. Unutkandır kendisi.

Yalan söylemekte de üstüne yoktur hani, sabah ak der öğlen kara der ikindide al der akşamda sarıya döner en son yatsıda yeşil der olayı çözer. Onun anladığı yeşil renk değil, ağaç çiçek böcekte değil, onun anladığı tek yeşil Amerikan doları.

Türk lirasına da el atmışlığı vardır. 6 sıfırı atacaz falan ayağına değer kazancaz derken birde baktım dolar 2 lira olmuş. İşte ekonomik büyüme budur. Şimdi maaşını dolarla aldığı için güzel bir uygulama yapmış doğrusu.

Askeride içeriye tıktı, medyayıda kendine bağladı. Artık bunları söylememe gerek yok diye sona koydum. Biber gazının hastası bir gençlik ortaya çıkardı ayrıca. Anayasanın anası.. işte öle yaptı. Bu s10 yıllarda kaç banka battı onu bilmiyorum takip edemedim. Ama oğlu devlet bankalarından olmayan projelerle iyi kredi almış diyollaaa bende duydum öle bişeyler gare..

Rize'de karadenizli oldu, Manisa'da milliyetçi oldu, Fatih'te muhafazakar oldu, açılım yaptı demokratik oldu, yani adamın ideolojisi karıştı piç oldu. Onada hak vermek lazım şimdi. O kadar parayı bende havadan cebe indirsem bende kafayı çizerdim.

Neyse işte çok halt yedi s10 yıllarda bu eleman, şimdi gitme vakti geldi, son şakalarını yapsın bizde kekeme kahkahası atalım ona.

Ha...Ha...Ha...

24 Eylül 2013 Salı

Türkiye'de Bilim ve Din Algısı

Bilim ve din.. Türkler bu iki alanda da yüzyıllarca gerek yapılan çalışmalar, gerek felsefi boyutları, gerekse yetişmiş bireyler açısından dünyaya öncülük etti. Devletlerin tarih sahnesine inişleri ve çıkışları olduğu gibi bunları oluşturan toplumlarında ve dolayısıyla çalışmalarınında inişleri ve çıkışları olmuştur ve olacaktır. Fakat bu alanlarla ilgili çalışmalarını ve düşüncelerini olması gerektiği gibi sürdüremeyen toplumlar hem sosyal manada hem teknolojik manada düştükleri yerden kalkamazlar.

İşte bu şekilde yok olan Osmanlı'nın ardından yeni bir solukla kuruldu Türkiye.. Bu yeni kurulan ülkede bilim yemekti, din anlayıştı. Bilimin getirdiği ilk fayda tarım teknolojisi olmuştu bu topraklarda ve yeni doğan günlere dini dogmalardan arınarak uyanıyordu gün geçtikçe toplum...

Ama maalesef 1946 yılından 1950 yılına bir karşıdevrim yaşadı bu toplum, milli mücadelenin ve cumhuriyetin bütün birikimleri teker teker silindi. Şimdi bilimadamı dediklerimiz üniversitelerinde odalarına sıkışık kalan, ufku dar böcek sürüleri ve din alimleri dediklerimiz birer tarikat şeyhi olarak içimizdeler.

Şimdi size biri bozuldukça diğeri de bozulan bir ilişkiyi yazıyorum. Din algısı doğrudan saptıkça bilim durdu, bilim durdukça din algısı bozuldu.

Ikra bismi rabbikellezi, halakel insane min halak. Ikra ve rabbukuel ekrem. Ellezi alleme bil kalem. Allemel insane ma lem ya lem.. Alak Suresi 1-5. ayetler..

Derki; yaratan rabbinin adıyla oku, o insanı bir kan pıhtısından yarattı. OKU! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O size kalem ile yazmayı öğretti. Sizlere bilmediklerinizi öğretti..

Bu ülkede toplumsal her tartışmanın içinde nüfusun %99'u müslüman bir ülkeden bahsederken bu şarlatanlar, kutsal kitapları Kur'an-ı Kerim ile gelen ilk vahiyi çoktan hayatlarının her alanından silmişlerdir. İslam, bilime karşı değil onunla iç içedir.

Bu ülkenin yetiştirdiği çok değerli bilim insanları var. Gönül Alpay Tekin, Albülbaki Gölpınarlı, Halil İnalcık, Celal Şengör, İlber Ortaylı... Bunların en büyüklerinden Mehmed Fuad Köprülü 1946 yılında gazetelerde çıkan 4 makalesinde gelecekteki biliminsanına nasıl değer verilmeyeceğini, üniversitelerin nasıl böyle bir hal alacağını çok güzel şekilde anlatmış. Bulunuz ve bir zahmet okuyunuz. Şimdi bu değerli bilminsanlarının okullardan uzaklaştırıldığını, yurtdışında yaşamak zorunda bırakıldığını ve okullarınızda böceklerin sizlere hiç bir şey öğretmediğini biliniz, farkında olunuz.

İslam iyiyi ve doğruyu takip etmeyi öğütler. Ama günümüzde öyle çarpıtılmıştır ki, neyin doğru olduğunu algılamayan insan yığınlarıyla yaşıyoruz. Şimdi size örnekler sunacağım..

Peygamber Muhammed, Buhari'nin hadislerinden aktarıyorum, mezarımı putlaştırmayınız der. Bugün milyonlarca insan türbelerin başında gaipten medet ummaktadır. Ama daha türbenin ne olduğunu bilmezler. Türbe islamla ilgili bir şey değildir. Türbe şeklindeki mezarlar Türk tarihinin parçasıdır. Türkler islamla tanışmadan çok önce bu şekilde mezarlar yapmaktaydı. Göktürk kağanlarının son bulunan mezarıyla ilgili görüntülere bakarsanız bu konudaki merakınız gidecektir.

Öyle çarpık zihinler var ki, 7 yaşında kız çocuklarını çarşaflara büründürüp, eğitim hakkını elinden alır evlere kilitler. Ama aynı zihinler 14-15 yaşında kızlara tecavüz etmekten asla çekinmezler. Kimlerden bahsettiğimi hepiniz anlamışsınızdır.

Bu dinin kitabı Kur'ansa ve ilk vahyi oku ise, bu kitabı evlerinizde saygı niyetine duvar süsü yapmanızı isteyenlerde var bu memlekette. Hatırlayın, çok günah, yükseğe koyun, duvara asın, abdestsiz okumayın, kadınsan başın açık olmasın, odada esim olmasın, gürültü olmasın, yok şu yok bu... Arkadaş söylemekten korkarlar. Desenize açık açık siz bunu okumayın diye... Hayır masanızın üstünde durması, göz önünde bulunması bir kitabın içini bozmaz, bir kitaba gösterilecek en büyük saygı onu okumaktır.

Okumak diyorsak, onu anlamaktır.. Bu kitap anlaşılmasın diye çeviri yapılmasına karşı çıkan cemaatler oldu bu memlekette. Daha önce yazmıştım. Okuyucular ve yazıcılar.. Merak edeniniz o yazıya göz atsın.

Şimdi gelelim ben dindar mıyım ki bu konuya karışıyorum? Hayır arkadaş ben dindar olmasam da bu toplumun bir ferdiysem eğer, toplum için doğru olan neyse öyle olsun istemekte benim hakkım. Şimdi bilime bakalım biraz da..

Evet işte anlattığım zihniyetle başa gelen bir hükümet var, evet bu hükümet bilimadamı olanın hayatını mahvetti. Peki bu geri kalan yüzlerce prof. doç. dr. vs... bu adamlar neyin nesi, ne yaparlar odalarında pineklemekten başka? Öğrencisine 30 yıllık ders notlarından farklı bir kelime mi öğretir? Yoksa gerçekten bir araştırma mı yapmıştır? Ya da hiçbiri, ofisinde hem de mesai saatinde dışarıda aldığı projeyi yetiştirmekle uğraşmış, iş bağlantıları kurduğu kişleri sizlerin vergileriyle yapılan okullardaki makam odalarında mı ağırlamışlardır??

Bu toplumun bir şeyleri değiştirme vakti artık çoktan gelmiştir, yazımdaki hararetimde bu yüzdendir.

Hem dinin emri hem bilimin gereği okuyun arkadaşlar, okuyun..

Saygılar..

21 Eylül 2013 Cumartesi

Lozan Barış Antlaşması

Selamlar..

Son yazılarım, tarihi konular üzerine aktarmaya çalıştığım bilgiler ile tarihi çarpıtma çabası içerisinde bulunan kişilerin iddialarının gerçek olmadığını sizlere tekrar hatırlatmakta idi. Bu yazılar hakkında olumlu ve olumsuz eleştirilerinizi benimle paylaştığınız için teşekkürlerimi sunarak, sizler için seçtiğim yeni konuma geçiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tarih boyunca geçmişte yaptığı ve gelecekte yapacağı bütün resmi anlaşmalar içinde en önemlisi olan Lozan Barış Anlaşması hakkında, bugünlerde halkımızı olumsuz şekilde manipüle etmeye(yönlendirme) yönelik mecmualar yayınlanmakta ve çeşitli televizyon programlarında tarih profesörleri tarafından görüşler bildirilmekte. Şimdi yapılan terbiyesizlik hakkında yorum yapmadan önce anlaşmanın imzalanmasına kadar yaşanan süreci aktaracağım.

Milli mücadele sonrasında deyim yerindeyse söke söke hak ettiğimiz bu anlaşma imza edilmeden önce, bu topraklarda batılı devletler tarafından hasta adam olarak nitelenen Osmanlı Devleti artık son nefesini vereceği bir sürece girmişti. Bu süreç gerçek manada baş edilemeyecek olayların yaşandığı günler olarak tarihimizde yatmakta.

1908 yılında İttihat ve Terakki'nin padişah II.Abdülhamid'i darbeyle devirmesi ve yönetimi el almasıyla bu dönem başlar. Daha sonra 1911 yılında Trablusgarp Savaşıyla başlayan ve sırasıyla Balkan Savaşları, 1.Dünya Savaşı sonucunda imzalanan Mondros ve Sevr Anlaşmaları ile Osmanlı'nın çok önceden verilen idam kararı adeta infaz edilmiştir. Öncelikle bu Sevr Anlaşması ile ilgili daha öncede bahsettiğim yalanlara bir cevap olarak, anlaşmadan sonra basılan ve Osmanlı mührünü taşıyan Sevr haritasını aşağıda sizlerle paylaşıyorum.

Yukarıda açıkça gördüğünüz gibi Anadolu toprakları İngiliz, Yunan, İtalyan, Fransız ve Ermeniler arasında paylaştırılmış, Hakkari ve çevresinde özerk bir Kürdistan oluşturulmuş, güney sınırımız ise Fransız mandasındaki Suriye'ye bırakılmıştır. Bu resmi haritayı gördükten sonra, bu anlaşma ile ilgili anlatılan palavraların hiç birine kulak asmayacağınızı umuyorum.

Sevr anlaşmasının sadece haritası bile ne kadar ağır ve kötü şartlar dayattığını anlatmaya yeter. Fakat bu haritanın bizim için önemli yanı Lozan Barış Anlaşması ile ilgili yapılan pek çok olumsuz eleştiriye bir cevap veriyor olmasıdır.

Anlaşmayla ilgili yapılan eleştiriler özellikle Musul, Boğazlar, Batum ve Adalar konularında yoğunlaşmakta. Bu konuları sırasıyla açıklamadan önce bahsedilmesi gereken en önemli şey kapitülasyonların tamamen kaldırılmış olmasıdır. Kapitülasyon denildiğinde sadece ekonomik açıdan verilen imtiyazlar dışında, idari kısmı da akla gelmelidir. Örneğin, yabancı uyruklu bir kişi suç işlediği takdirde Osmanlı Devleti'nin onu yargılama hakkı bulunmuyordu. Bu kişi gidip kendi konsolosluğunda yargılanıyordu. Bu şekilde örnekler çoğaltılırsa ne kadar sorunlu bir sistem olduğu anlaşılır.

Şimdi Boğazlar konusundaki iddia buraların kontrolünün sağlanmadığı, Musul'la ilgili iddia İngilizlere peşkeş çekildiği, Batum'un Ruslara verildiği ve Adaların Yunan ve İtalyanlara bırakıldığıdır.

Anlaşma 143 maddedir ve okunduğu takdirde görülecektir ki Boğazlar tamamen bizim kontrolümüze verilmiştir. Tek problem deniz taşıtlarının buralardan nasıl geçeceği konusudur, bu konuda daha sonra Montrö anlaşmasıyla çözülmüştür.

Musul, Batum ve Adalar ise kimseye bırakılmamıştır, çünkü zaten bizim elimizde değildir. Her şeyden önce şunun farkında olalım, haritada gözüktüğü gibi o topraklar zaten bizim değildi, çünkü Osmanlı 1.Dünya Savaşını kaybetti. Askeri gücüyle savaşarak aldığı toprağı da kimse kimseye vermez hele de söz konusu batılılar ve karşılarında Türkiye olduğunda.

Lozan Barış Anlaşmasıyla ilgili kaynak isteyen arkadaşlarım Yapı Kredi Yayınları tarafından 2001 yılında basılan Lozan Barış Anlaşması adlı kitabı okuyabilirler. Kitapta anlaşma sürecinde olup biten her şey toplam 7 cilt şeklinde belgeleriyle aktarılmaktadır.

Şimdi gelelim bu anlaşmayı karalayanlara.. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür cümlesini içine sindiremeyen kişiler bu karalamayı yaparlar, palavralar uydururlar. Mesela şimdi Lozan'ın 100 yıl geçerli olduğu(!) gibi bir yalan var, üzerine Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılınıda ekleyin..
Anımsadığınız gibi bir tarih ortaya atılıyor: 2023.. Tabii ki anlaşmada 100 yıl sonra hükümsüzdür şeklinde bir madde yoktur.

Bu topraklarda yaşanmış devrimi, içine sindiremeyen zihinlerin içtikleri öç alma yemininin bir göstergesidir bu tarih. Cumhuriyetimiz üzerinde yaptıkları tahribatın büyüklüğünün Cumhuriyetin kalplerdeki büyüklüğünün yanında boş bir sedadan öteye geçemeyeceğini ise elbet anlayacaklardır.

Saygılar..


20 Eylül 2013 Cuma

Ermeni Tehciri Meselesi || 1915-2015

Tarihte yaşayan şahsiyetler ve tarihte vuku bulmuş bazı olaylarla ilgili paylaştığım son yazılardan sonra, şimdi bizim için çok önemli olduğunu düşündüğüm Ermeni tehciri meselesi hakkında sizleri bilgilendireceğini düşündüğüm bu yazıyı kaleme alıyorum.

Öncelikle kısaca Ermeni tehciri nedir sorusunu açıklayalım. Ermeni tehciri Doğu Anadolu'da bulunan Osmanlı topraklarında yaşayan Gregoryan Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulmasıdır. Günümüzde Ermeni soykırımı olarak hem bize hem de dünya kamuoyuna kabul ettirilmeye çalışılan tarihi olay budur.

Öncelikle bu bir soykırım mıdır sorusunu cevaplayacak olursak, o zaman ki Osmanlı hükümeti tarafından Ermenilerin iskan ve iaşeleri hakkında çıkartılan yönetmeliklere bakacak olursanız, bunun bir soykırım olmadığını açıkça görebilirsiniz. Ermeni nüfusun göç ettirildiği bölgedeki gelecekleri konusunda pek çok yönetmelik arşivlerimizde mevcuttur.

Yeri gelmişken hemen belirtmek istediğim bir konu arşiv meselesidir. Arkadaşlar şimdi gidelim, Rus, Amerikan, İngiliz vs. arşivlerine bakalım, böyle bir olay var mı nasıl olmuş gibi bir hava yaratıldı ülkemizde. Bu olay Osmanlı Devleti sınırları içinde yönetmelikler ve kanunnameler hazırlanarak gerçekleştirilmiş bir olaydır ve bakılması gereken arşiv bizim arşivimizdir.

Ama ben merak edenler için bir Rus kaynağından alıntı yapayım. Resmi görevle bulunduğu Van ve Bitlis vilayetlerinde dolaşarak buraların istatistiğini çıkaran Rize konsolosu Rus kurmay generali J.Mayeski, yazdığı "Van ve Bitlis Vilayetleri Askeri İstatistiği"(1914) adlı eserde şunları söylemektedir;

'Türk vahşetine hiçbir yerde tesadüf edilemez. Türk vahşeti bir hakikat olmayıp, bile bile uydurulmuş siyasi bir hikayedir; çünkü, ekseriya göz önünde cereyan eden vakalara dair Avrupa matbuatındaki, bizzat müşahade edenler imzasıyla yazılan satırları okuyunca insanın gözlerine inanamayacağı geliyor. Hakikat gözüyle bakıp da hakikatı olduğu gibi söylemek icap ederse, Doğu'da vahşeti müslümanlar değil Doğu hristiyanlarının yaptığını itiraf etmek icap eder.....'

Bakınız bu eser 1914'te yazılmış yani meselenin öncesi var. Bildiğiniz gibi Osmanlı'dan ayrılan pek çok halk oldu. Yunan, Bulgar, Sırp, Arap vs. Peki bunun aşamaları nelerdi?

1-Önce Osmanlı'nın bir bölgesinde dışarıdan alınan destekle bir ayaklanma başlatılır. Osmanlı doğal olarak askeri güçle bunu bastırır.
2-Destek veren dış güçler bu sefer hakemlik yaparak, bu bölgelere baskı uygulamayın ve ıslahat yapınız der.
Islahat yapılır, yani ayrıcalık verilir. Buna özerklik diyebiliriz.
3-Çeşitli haklar alındıktan ve örgütlenme sonuçlandıktan sonra, bir savaşla ya da politik başka oyunlarla özerklikler bağımsızlığa dönüşür ve yeni devlet kurulur.

Aynı oyunu yapmak için Ermenileri'de kullandılar. O dönemde Osmanlı'da ki Ermenilerin durumu ise hiçte sıkıntılı değildir. Mesela 1.Dünya Savaşı'na girerken Hariciye Nazırı bile Ermeni'ydi. Lakapları millet-i sadıka idi. Fakat dışarıdan gelen fitnelere onlarda kandılar ve Doğuda mezalime başladılar. Daha sonra üzerine birde savaş zamanı eklendi.

8 cephede savaşan Osmanlı aynı zamanda içeride Ermeni çeteleriyle uğraşıyordu. Bunun durması için o zamanın önemli devlet adamı Talat Paşa çok büyük çaba harcamıştır. Üzerindeki politik baskıya rağmen bir özerklik tanımamıştır ve sonunda bu tehcir kanununu çıkartmak zorunda kalmıştır.

Peki bu tehcir mükemmel mi işledi. Tabii ki hayır, hem dönemin ulaşım şartları hemde savaş zamanı göz önüne alınırsa, yolda pek çok Ermeni vatandaşın hayatını kaybettiği aşikardır. Ama bu bir soykırım olarak nitelenemez. Çünkü gelecekleri ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır.

Çeşitli sayılardan bahsediliyor, 1 buçuk milyon kişi öldü gibi.. Talat Paşa tarafından hazırlanan tehcir yönetmeliklerine göre göç edecek Ermeni sayısı 900 bin civarındadır. Hatta 1914 nüfus sayımına göre bütün Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.256.403 tür. Tarih değerlendirmek için yüzde on hata payı eklersek bile 1 buçuk milyon olamaz. İşin en can alıcı noktası, hiç bir kaynak tehcir sırasında ölen Ermeni sayısını tam olarak veremez ve bunun yanında hiç bir kaynak Ermeni çeteleri tarafından öldürülen müslüman sayısını da tam olarak saptayamaz.

Soykırım meselesi ise her zaman belirttiğim gibi küçük hesapların bir parçası değil, 100 yıl falan değil belki de Malazgirt ile birlikte doğan kinin sonucu olarak Anadolu'nun Türk egemenliğinden çıkarılması yemininin bir tecellisidir.

Şimdi bu tehcirin 100 yıl dönümü yaklaşıyor ve inanılmaz bir kamuoyu baskısıyla karşılaşacağız. Çok öenmli yönetmenlere filmler çektiriliyor, devlet parlementolarına baskı yapılıyor, her şeyin dışında içeride bile soykırım yapıldı diyenler mükafatlandırılıyor. Yıllardır suni olarak yaratılan Kürt ve Ermeni meseleleriyle birlikte yüzyıllardır egemen olduğumuz Doğu Anadolu topraklarımız tehdit altında ve bu konuda gerçekçi hiç bir adım atmıyoruz ya da atamıyoruz.

Bu konunun açıklığa kavuşması için öncelikle bu tehcir sırasında tutulan sevk defterlerinin artık devlet arşivleri tarafından açık hale getirilmesi gerekiyor. Ne olup bittiğini herkes ancak o zaman anlayabilir.Yaşanmaması gereken olaylar bu topraklarda her daim yaşanmıştır ve bu gidişle yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor.

Kamuoyu baskısı yaratmak için kullanılan Dink cinayetinden tutup geriye doğru gittiğimizde, ASALA terör örgütünün işlediği cinayetler ve bunlardan çok yıllar önce Talat Paşa'nın Almanya'da Ermeni Sogomon Tehliryan tarafaından Taşnak Partisinin Nemesis operasyonu ile gündüz vakti ensesinden vurulup katledilmesine kadar giden bir süreçtir bu.

Asıl soykırımı kimlerin, ne zaman ve nasıl yaptığını öğrenebilmek için, Kazım Karabekir'in "1917-20 Arasında Erzincan'dan Erivan'a Ermeni Mezalimi" adlı eserini ve Dr.Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinin ikinci cilt 498-499. sayfalarını okumanızı tavsiye ederim.

Yakın zamanda vuku bulan Dink cinayetini, bir gazeteci cinayeti yerine Ermeni soykırımı yalanının bir parçası haline getiren kendi halkımız içinse söyleyecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Arkadaşlar okumak ve öğrenmek yerine, her duyduğunuza inanarak bunun üzerine harekete geçmek cahilliğin en büyük göstergesidir. Hali hazırda yer yönden üzerimize oynanan oyunların parçası olmak yerine karşısında durmanızı şiddetle öneriyorum.

Hepimizin geçmişi bu topraklarda yatıyor ve geleceğimiz bu topraklarda yaşanacak..

Saygılar

16 Eylül 2013 Pazartesi

Tarihi Neden Değitiriyorlar - 2 || Versailles'dan Naim Palas'a

Tarihi yanlış aktarma çabalarına karşı anekdotlar ve bilgiler paylaştığım serimin ikinci yazısına kaldığımız yerden başlayalım..

Halifelik

İlk bölümde halifeliğin temelini ve nasıl siyasi bir hal aldığını aktarmıştım. Şimdi de halifeliğin kaldırılması ve sonraki süreçten biraz bahsedelim.

Bilindiği üzere son Osmanlı halifesi II.Abdülmecid'dir. Halife nedir, nasıldır, neler yapar diyerek gözlerinizi kapatsanız gözünüzde şekillenecek resim o değildir. Günümüzde halifelik taraftarlarının hayallerini vücuda getirsek onunla hiç bir alakası olmazdı.

II.Abdülmecid en başta bir hanedan üyesi olarak, Osmanlı Ressamlar Cemiyetinin kurucusudur. Kendisi de profesyonel ressamdır. Papyon takan, piyano çalan, 6-7 yabancı dil bilen biridir. Devrine göre aydın biridir anlayacağınız. Şimdi hani denize girmenin günah falan olduğuna inanan, insanların mayosuna laf yapanların aksine, o mayosunu giyip plaja gidip torunlarıyla beraber denize giren bir halifedir.

Bu artık siyasileşmiş ama siyasi gücünü bile yitirmiş ünvan TBMM tarafından kaldırıldıktan sonra, İslam dünyasında kendini halife ilan eden bir çok kişi ortaya çıktı. Bunlardan belkide en önemlisi Şerif Hüseyin'dir. Hicaz kralıdır. Daha 1.Dünya Savaşı sürerken Osmanlı'ya karşı Arap isyanını başlatan kişidir. Üzerinden yıllar geçince Osmanlı'nın mirasına halifelik ilan ederek göz koyması da manidardır. Kendisi bildiri yayınlamıştır, Osmanlı'ya ağır ithamlarda bulunduğu belgeyi internette bulabilirsiniz.
Halifelik olgusunun dinde yeri yoktur çünkü dinde aracı yoktur, Rab ile kul arasındadır. Malik-1/172, Abdurrezzak-15916, Ahmed-2/246, Ebu Yağla, Ebu Davud, Buhari, İbni Ebi Şeybe ve daha başka pek çok hadis kitaplarında geçen peygamberin sözü bunu benden daha iyi açıklar.

"Ey Allahım, kabrimi tapılan bir put yapma.."

Bu konuda biraz günümüze gelirsek, hatırlayın bir kaç ay önce Reyhanlı katliamı ve Gezi Parkı olayları yaşanırken, Tayyip Fas'a gitmişti, Kral da onunla görüşmemişti. Neden olarak bir çok senaryo üretiliyor ama işin gerçeği, yeni Osmanlı hayyalleri ve İslam dünyasının başına geçme, başka bir deyişle halifelik isteyen Tayyip'i kabul etmeyen Fas Kralı VI.Muhammed aynı zamanda kendisini halife ilan etmiştir. Eğer merak ederseniz soyunun nereye dayandığını incelemenizi tavsiye ederim. 

Dr.Rıza Nur..

Dr.Rıza Nur'la ilgili bugünlerde asılsız iddialar ortaya atılıyor, cumhuriyete karşı olduğu, saltanat yanlısı olduğu, halifelikten yana tavır takındığı gibi birçok çarpıtılmış konuşmalar ve yazılar dolaşıyor.

Dr.Rıza Nur'a bu tip yaftalamalar yapılırken kullandıkları malzeme, onun kaleme aldığı hatıralarında o zaman ki devlet adamlarından pek iyi bahsetmemesidir. Kişisel fikir ayrılıklarını başka yerlere çekiyorlar. 

Oysaki Dr.Rıza Nur, Lozan görüşmelerine ikinci delege olarak katılmış ve özellikle patrikhanelerin kapatılmasıyla ilgili tartışmalarda, patrikhanenin kapatılması gerektiğini çünkü laik bir cumhuriyet kuracaklarını diğer delegelere belirtmiştir. Yani içinde hilafetin kaldırılacağını da ayrıca belirten bir açıklama. Yorum sizin..

Selahaddin Eyyubi'nin Soyu

Şimdi kimseyi kırmak istemem ama çakma tarih yazarlarımızın sayısı arttıkça yalan bilgilerin dokunduğu yerler giderek daha duyarlı konular olmaya başladı. Son zamanlarda duymuşsunuzdur, koskoca Selahaddin Yusuf bin Eyyub oldu bize Selahaddin el-Kürdi.. Burada ırkçılığın yanında bir de tarihi kökten değiştirmek var. Bunlar çok yanlış.

Selahaddin Eyyubi İbn Haldun'un Mukaddime eserinde açıkça belirttiği gibi Araptır. Kürtlüğüyle ilgili bütün kaynaklar nedense 1972'den itibaren yazılan kaynaklardır. Buraya özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Kürtlükle ilişkisini bilmek için öncelikle Hezbani Kürtlerini bilmeniz gerekir. Onların Ravvadi aşiretini bilmeniz gerekir ve Yemen'den göç eden babasının bu aşiretin olduğu bölgeye geldiğini bilmek gerekir. Açıp Ramazan Şeşen'in "Selahaddin Eyyubi ve Devlet" adlı kaynaklara dayanan kitabını okumak ve buradan da annesinin kaç kaynağa göre Türk olduğunu öğrenmek gerekir..

Versailles ve Fransa

Bugünlerde gündemde olan konu, malumunuzdur ki Suriye. Şimdi olayın içine kimler müdahil olma çabasında diye bakınca bir gariplik göze çarpıyor. Hadi ABD, İngiltere ve İsrail tamam, biz zaten onlar ne derse onu yaparız, ama Fransa ve Kanada'da ciddi şekilde buraya müdahil olma çabasında. 

Zamanı hemen geri çekiyoruz, geliyoruz 1.Dünya Savaşı'nın sonuna.. Suriye toprakları yüzyıllardır bizim, fakat savaşı kaybettik. Biz daha Sevres'i imzalamadan Suriye ile ilgili konular Versailles'te Almanlar ile Fransızlar ve İngilizler arasında yoğun olarak görüşülmüştür. Yani bize gelmeden önce kendi aralarında kararı veriyorlar.
Kanada zaten eski bir Fransız kolonisi dersek yanlış olmaz, ama beraberce nerdeyse 100 yıl önceki davalarına sahip çıkıyor adamlar dersek yanlış olur. Çünkü onların iddiası daha beteri. Hani Cennetin Krallığı filminde Fransa'dan toplanan Haçlılar geliyorlar ya bu bölgeye, işte adamlar o zamana sahip çıkıp, kaç yıllık Osmanlı toprağında hak iddia ediyorlar. Biz napıyoruz ya tarihi çarpıtıyoruz, ya yalanlıyoruz, ya utanıyoruz, ya abartıyoruz. Tarihine bakıp dış politikanı ona göre ve kararlı oluşturmak gerekir.

Mason Şeyhülislamlar mı?

Az önce halifelik konusuyla birlikte bizim din konusunda içeriden yozlaştırma çabasını açıklamaya çalıştım. Birazda dışarıdan yozlaştırma çabasına bakalım.

Ülkemizde mason denildiği zaman her türlü yanlış bilgi akar gider. Bunu bilenler hemen harekete geçmişler ve internet siteleri hazırlayıp, yalan tarih üretip kişiler uydurup o zamanın diyanet işleri başkanı sayılan Şeyhülislamlardan bazı yerlerde 2, bazı yerlerde 3 tanesinin mason olduğu iddiasını ortaya çıkarıveriyorlar.

Tabi iki sonucu oluyor; ya "bu masonlar ne kadar güçlü ve gizemli bak nerelere sızmışlar zaten illuminatide bunlardan geliyor, gladyo..." falan fıstık gibi akıp gelen laflar ya da "sizin şeyhülislamınız bile masondu sen ne halifeliğinden bahsediyorsun.. vs." gibi laflar topluma yavaş yavaş sirayet ediyor. 

Adamlar yumuşak karnımızı biliyor, araştırmak yok, doğruya olan bir açlık yok, üflüyorlar, biz de hemen "evet isviçreli bilimadamı ne derse doğrudur" diyerek atlıyoruz. Biraz uyanık olunuz.

İstiklal Harbi'nden...

Evet geçen yazının bir kısmında bahsetmiştim. Artık İstiklal Harbi'nin yapılmadığını belirli bir genç kesime empoze eden(sistematik şekilde işleyen) bir zihniyet bu ülkede baya yerleşmiş ve işler şekilde hareket etmekte

Örneğin, "İnönü Savaşları yapılmadı, orada çatışmalar oldu ufak tefek",eee sonra,"işte bunu geldiler Ankara'ya abartarak duyurdular", eee, "işte milli şeflik falan böyle geliyo".. Biri de çıkıp aga bu nedir demiyor..

İnsan gider bi Nutuk okur, hadi senin kafan örümceklenmiştir, siyasi algılarsın, laf atarsın, git arşivlere bak, git İngilizlere, git Yunanlara, git Ruslara bir sor bakalım, onlar ne diyor. Sonra bide şey var Yunan ordusu zayıfmış.. Yapma yaaa!! O yüzden 15 Mayıs 1919'dan 30 Ağustos 1922'ye kadar savaşlar oldu, halk direnişleri örgütlendi, göçler yaşandı vs. vs.

Yahu insan bir gider Bursa'ya Ertuğrul Gazinin, Osman Gazinin türbesine bakar, orda içerdeki işlemelerin üzerinde hala duran kurşun deliklerine bir bakar da, utanır o tükürülmeye değmeyen yüzü bir kızarır adamın.

Başka bişey çıktı yine, maymun ısırığı.. Neymiş Yunanların iyi, güçlü Kralı Alexander'i maymun ısırmış, oda hastalanıp ölmüş, sonra gelen Konstantin beceriksizmiş, bizde böylece savaşı kazanmışız.. Yahu insanın içinden öyle bir küfür edesi geliyor ki, sen o kadar şehitin kanıyla tarih yazılan savaşı kenara bırak, maymun ısırığına yani bok yoluna giden adamı baş role koy.. Daha kendine bakamamış Kral mı olur...

Konstantinden bahsedince son olarak Atamızla ilgili bir anekdot paylaşalım, 9 Eylül'de İzmire girildikten sonra yıl olmuş 1923, kordon boyunda bir akşam üzeri Naim Palas'ın 2. katında Atatürk masasında, yanında garson Rum bir genç, soruyor, bu Kosti buraya geldi mi, geldi paşam, buraya oturdu mu evet paşam, güneş batarken bu rakı içtimi? İçmedi paşam.. Bunun üzerine Atatürk'ün yorumu her şeyi anlatır cinsten, "eşek niye işgal etti o zaman?"

Devamı Sonra

Yine uzun uzun yazdıktan sonra sıkılmadan okumanızı, yeni bilgiler en azından doğru bilgiler öğrenmenizi ve tabii ki bütün bu yanlışlıkların, yalanların, yaşandığı günümüz Türkiye'sinde hala doğruya olan açlığa sahip insanların yaşadığını hissetmenizi temenni ediyorum.

Saygılar..

14 Eylül 2013 Cumartesi

Tarihi Neden Değiştiriyorlar? || Şah İsmail'den Versailles'a

Gündemde büyük yer işgal eden siyasi gelişmelerden sıyrılıp, biraz tarihe göz atmak istediğimde günümüzde bir çok bilginin değiştirilerek aktarılmaya çalışıldığını fark ettim. Mecburen yine siyasete girmek farz oldu :D Ama önce tarihi doğru aktaralım.

Şah İsmail'in Türk Tarihindeki Yeri

Şah İsmail çoğumuzun bildiği gibi Safevi Devletinin kurucusudur. Bu devlet sanılanın aksine bir Pers devleti değil, bir Türk devletidir. Şah İsmail'in annesi Uzun Hasan'ın kızıdır. Uzun Hasan ise Akkoyunlular devletinin son hükümdarıdır ve bu devlet Oğuz Türkleri tarafından kurulmuştur. 

Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim'e yenildikten sonra sanki Türk tarihinde yeri yokmuş gibi bir anlatım günümüzde yerleşmiştir. Fakat o tarihimizdeki en büyük şairlerden biridir. Mahlası da "Hatayi"dir. Sarayında Türkçe konuşulur. Safevi Devletinin kültürümüze etkileri ise çok büyüktür.

Yıldırım Bayezid ve Esrar

Evet Yıldırım Bayezid sancakta olduğu bir dönem esrar, alkol ve daha farklı keyif verici maddeler kullanıyordu. Bunu babası Fatih'in dönemindeki belgelerden biliyoruz. Fakat nedense geçmişteki bu olay söylendiğinde Osmanlı padişahı böyle şey yapar mı hiç, gibi bir tepki gelir.

Gerçek şudur ki Fatih oğlunun bu alışkanlığını öğrenince, sancakta onu yetiştirmekten sorumlu olan "lala"larını idam ettirmiştir.

Büyük Taarruz Ne Zaman Gerçekleşti

Geçenlerde bir tarih dergisi elime geçti. Adı Derin Tarih.. Birkaç sayfa çevirdim incelerken gözüme Büyük Taarruzla ilgili bir yazı takıldı. Yazıda taarruzun 13 Ağustosta başladığı yazıyor ve üstüne üstlük 200 adet topumuz olduğu ve her birinde 1000'er top mermisi olduğu gibi uçuk bilgiler yer alıyor. 

Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922 sabahı başlamış, 30 Ağustos günü zafer kesinleşmiştir. Bu her yerde yazar bu farklılık çabası nedir diye başladım dergiyi araştırmaya. Önce Albayrak grubu tarafından çıkarıldığını öğrendim. Sonra Albayrak grubunun Yeni Şafak gazetesini de çıkardığını öğrenince şaşkınlığım geçti. 

İstiklal Harbi'nin yapılmadığını genç nesile aşılamaya çalışan bir zihniyetten ancak böyle bir haber yalan beklenebilirdi.

Lausanne ve Sevres Arasındaki Fark

Bir dergiden bahsetmişken bir de programdan bahsetmem gerekir. Atv'ye bağlı ahaber adlı kanalda Eski Defterler diye bir tarih programı var. İnternette bir bölümüe denk geldim, milli mücadele dönemi konusu işlenecekmiş izlemeye başladım bende. 

Ama hayatımda gördüğüm en çok yalan içeren tarih programını 15 dakika sonra kapatmak zorunda kaldım. Çünkü yalana doydum, fazlası mide bulandırdı. Bardağı taşıran nokta şuydu; Sevres anlaşması aslında Anadolu bir Türk devleti kurulsun diye İtilaf devletlerinin hazırladığı bir anlaşmaymış..

Şimdi Anadolu'da bir Türk devletinin kurulduğunu hepsinin mecburen kabul etmek zorunda kaldığı bir anlaşma olan Lozan ile bu işgal belgesi Sevr'i siz nasıl  aynı kefeye koyarsınız. Programa bir kaç dakika göz atıp bu yalanları kimlerin topluma yaydığını bilmenizi öneririm..

Damat Ferit Paşa'nın Torunları mı Var?

Az önce bahsettiğim o derginin bir kaç sayı öncesinde Damat Ferit'in torunlarından mektup var gibi bir yazı çıktı. Şimdi Damat Ferit'in çocuğu olmadığı gibi bir durum var, bide üstüne üstlük tarihimizdeki en salak adamın torununu buldum diye birde övgü bekliyorlar.

Başka bir tarih programında buradaki yazının yalan olduğu belgeleriyle açıklandı. Programı yazının sonunda belirteceğim.

Halifelik Nedir?

Halifelik kavramını açıklamak için ilk önce Kur'an-ı Kerim'e bakmamız gerekir. Bakara Suresi 30.ayet şöyledir; "ve iz kale rabbuke lil melaiketi inni cailun fil ardi halifeten" şeklinde devam eder.. Türkçesi, "ve Rabbin meleklere; 'Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım' demişti." şeklindedir. Bu ayeti ve sureyi okuduğunuzda halifeden anlamamız gereken Hz.Adem'dir. 

Burada halifeden anlaşılması gereken Rabbin yeryüzünde tinsel olarak kendini ifadesidir. İnsanoğlunun dünyaya gelmiş olması, ondan bir parça bir öz yani ruh taşıması sebebiyle zaten insana halifelik yüklenmiş olur. Özele indiğinizde peygamberler açık şekilde ifade edilmiş olur.

Peki Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde geçen bir kelime, zaman içinde nasıl bir anlam kazandı. Halife kavramı, Hz.Muhammed'in ölümüyle birlikte ortaya çıktı. Önce 4 halife dönemi, yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali, yaşanır. Bu dönemin özelliği halifeliğin babadan oğula geçmiyor olması. 

Sonrasında ilk fitne olayı yaşanır ve Ali öldürülür Muaviye başa geçer. Bu noktadan sonra eskiden bir kurulla seçilen halife, artık babadan oğula geçer hale gelmiştir. Yani siyasi bir güç halini almıştır, o sırada hızla büyüyen İslam devletini yönetme hırsı zaten ilk fitneyi doğuran asıl nedendir.

Muaviye yani Emeviler döneminden sonra halifelik Abbasilere geçiyor. Zaman ilerliyor ve yıl 1258 olduğunda Moğol istilası Bağdat'a dayanıyor. Yani Abbasilerin başkentine. Bağdat alınınca Abbasi halifesi zindana atılıyor ve uzun süre aç bırakılıyor. Daha sonra üstü kapalı bir çanak içinde bir çok mücevherat önüne getiriliyor. Yemek zannederek çok sevinen halife kapak açıldığında şaşırıyor. Hülagü'nün ona, bu paraları orduna harcasaydın burada olmazdın şimdi bunları ye dediği rivayet edilir.

Abbasi halifeliği burada pratik olarak son bulur. Fakat Moğollar batıya doğru ilerler ve Memlüklerle karşılşır. Moğolları dünyada tek durduran komutan Baybars olur. Ayn Calut savaşını kazanan Baybars, hükümdar Kutuz'u öldürtüp başa geçer. İşte burada Abbasi olduğu bile kesin olmayan birini o şekilde tanıtarak halife ilan eder. Siyasi bir hamledir. Bu arada Baybars bir Kıpçak Türküdür. 

Daha sonra Yavuz Sultan Selim Mısır'ı alırken hilafeti de Osmanlıya geçirir. Buradaki amaç Safevi Devletiyle olan mezhep kavgasında öne geçmektir. Safevi Devleti şiileri Osmanlı sünnileri daha fazla barındırıyordu diyebiliriz. 

Fakat Memlük tarihçisi olan İbni İyas "Bedayi-ül Zuhur fi Vekayi-il-Duhur" adlı eserinde halifeliğin Osmanlıya geçmesinden hiç bahsetmez. Bu geçiş hiç bir Osmanlı kaynağında yazılı değildir. Hatta I.Murad döneminden beri Osmanlı padişahları zaten halife ünvanını taşıyorlardı.

Yani aslında halifelik Muaviye ile birlikte manevi anlamını ve maksatını tamamen yitirmiştir ve kılıç kimin elindeyse ünvana da onun sahip olduğu günler yaşanmıştır. Daha sonra yeni bilgilerde eklemek üzere hilafetin kaldırılmasının ne kadar doğru olduğunu anlamak açısından şimdilik yeterli girişi yapmış olduk.

Biraz Uzun Olmuş

Evet bu yazımın sonuna gelirken sizlere kaynak göstererek yada kaynağa yönlendirerek tarihten bilgiler aktardım, medya ve internet yoluyla gerçekleştirilen inanılmaz tarih erozyonuna dur dememiz gerektiği bilinciyle kaleme aldım. Umarım sizlere kimlerin, hangi nedenlerle bu tür yollara saptığını biraz olsun aktarabilmişimdir.

Saygılar..

Not: Tarihi doğru bir şekilde öğrenmek ve aynı zamanda güzel vakit geçirmek için "Tarihin Arka Odası" adlı programı izlemenizi tavsiye ederim.

13 Eylül 2013 Cuma

İlginç Tarih - 1

Gençler olarak tarihte yaşanan olayları iyi bilerek, günümüzdeki örneklerini ve günümüze olan yansımalarını iyi bir şekilde tahlil etmemiz, geleceğimiz açısından yapmamız gerekenlerin en başında gelir. Derler ya tarih tekerrürden ibarettir.

Zaman içinde insanlar aralarında uzun yıllar olsa da birbirlerini çok güzel taklit ederler. Şimdi tarihteki ilginç bir olaydan ve bazı kişilerden bahsedeceğim.

Günümüzde zaman zaman irtica konusu gündeme gelir, hatta bazen 28 Şubat gibi olayların yaşanmasına kadar giden tartışmaları alevlendirir. Gerçekten var mıdır? Evet vardır. Cumhuriyet tarihindeki ilk irticai örgüt Tarikat-ı Salahiye'dir. Asıl adı Müdafaa-i Kübra-i Hukuku Hilafet..

Şimdi bu tarikat hakkında daha fazla bilgi vermeyeceğim. Meraklı arkadaşlar kaynaklara bakabilirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında bildiğiniz gibi İstiklal Mahkemeleri vardı. Bu tarikatın ortaya çıkarılması ve yargı sürecinin tamamlanmasıyla 11 kişi idam edilmiştir. Buraya kadar doğal bir süreç.

Fakat bu 11 kişi içinde durumu ilginç hale getiren birileri var. Rumlar.. Cumhuriyet tarihindeki ilk irtica hareketinin içinde bulunan bu Rumlar eski Osmanlı tebaası ve müslümanlığı kabul etmişler. Hilafeti savunuyorlar. Hani hep Yunanlara gavur derler ya...

Bu davanın soruşturmasını Salih Fuat Keçeci yapmıştır. Olayı ortaya çıkaran, delil bulan, tanıkları bulan odur yani. Sonra yıllar geçer ve aynı Keçeci, Adnan Menderesin iktidarda kalmak için dini siyasete bulaştırmaya başladığı günlerde bu sefer irtica tarafına geçer, Menderesin yakınındaki vekillerdendir. Bugünlerde bir başbaşdanışman var duymuşsunuzdur, ona benzer...

Bu vesileyle tarihten bahsetmişken, Türk Tarih Kurumundan bahsetme gereği hissettim. Yanılmıyorsam Eylül-Ekim 2011 civarlarında, TTK başkanı Prof.Dr.Ali Birinci görevinden alınmıştı, hatta uzun süre yerine başkanda bulunamamıştı.

Geçen bu süre içinde TTK matbaası kapatıldı, hemde o sırada yaklaşık 100 eser basım sırasındaydı. Sonra tüyap kitap fuarlarına gittik. Eskiden 5 liraya alıp kütüphane yapabildiğimiz, TTK yayınlarının indirimli fiyatı 20-25 lira olmuş...

Kasasında 500 trilyondan fazla bütçesi olan bir kurumu, onu çok iyi yöneten bir başkandan ayırmak, sonrasında burayı bir dükkan gibi kar amaçlı işletmeye çalışmak ve üstüne üstlük bu paralarla çok önemli tarih çalışmaları yapılması gerekirken, yalan bir tarih oluşturma çalışmaları gerçekleştirmek, hükümet adına doğru bir eylem değildir.

Hayyam'ın dediği gibi, "Tarih kainatın vicdanıdır.."

Saygılar..


Ergenekon ve Tünel Davaları

Bu yazımın konusu son günlerde medyada yer alan, Suriye savaşı naraları, çapulcu vs. polis oyunu, beşinci boyut dizileri, beyin süngerleştiren yarışma ve magazin programları arasında yine unutturulan, hukuk sistemindeki akıl almaz uygulamalardır.

Başlıktaki Ergenekon davasını günümüz gençleri bilirler, fakat Tünel davasını çoğu genç duymamıştır.

Tünel davası 27 Mayıs 1960 darbesinde Hakkı Morgül hakkında açılan davadır. Hikayesi muhteşem komiktir. Olayda haksızlık vardır ama komiktir işte.

27 Mayıs olmadan önceki son seçimlerde (1957) yuvarlak hesapla DP %48, CHP %41 oy almıştı. O zaman 610 milletvekilinin 424'ünü DP, 178'ini CHP çıkardı. Geri kalan oylar ve vekilleri diğer iki parti ve bağımsızlar paylaştı.

Olay buradan komikleşiyor zaten, muhalefetin oyu DP'den fazla ama vekillerin ezici çoğunluğunu onlar almış, o zamanki seçim sisteminden tabi. Eğer bir ilde bir tane bile fazla oyunuz varsa bütün vekilleri siz çıkartıyosunuz sistem böyle.

Neyse işte belli ki muhalefet geliyor. Ama sonuç yok. aradan 3 yıl geçiyor. O zaman solcu diye tabir edilen yani o zaman ki cumhuriyetçiler 555K olayını yapıyorlar. 5. ayın 5. günü saat 5'te Kızılayda anlamına gelen 555K bu ülkedeki ilk sivil itaatsizlik eylemidir. Öğrenciler polisle çatışırlar ve 2öğrenci hayatını kaybeder. Tıpkı bu günler gibi.

Şimdi aklıma geldi büyük şair Cemal Süreya o gün için şöyle bir anı aktarır. Menderes Kızılay'a gelir, birden kendini öğrencilerin arasında bulur. Der ki, "Ne istiyorsunuz", sorunun üzerine ya sonradan Ankara belediye başkanı olacak Vedat Dalokay yada CHP'nin başına geçecek Deniz Baykal (o zamanlar daha öğrenciler) Menderesin yakasına yapışır, "Hürriyet istiyoruz"der. O dönem baskı sansür üst seviyededir. Günümüzdeki gibi. Menderes'in cevabı şöyle: "Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet mi olur?"

En azından Menderes halkın arasında korumasız gezerdi. Çok kaynakta belirtilir. Neyse bu 555K sonrasında toplumdaki huzursuzluk büyür ve Türkiye tarihindeki ilk askeri darbe 22 gün sonra gerçekleşir. En önemli noktası gücünü halktan alan bir askeri darbedir. Komuta kademesi değil düşük rütbeli subaylar gerçekleştirmiş, hatta genelkurmay başkanını hapse tıkmışlardır.

İşte bu darbe sonrası Yassıada'da Menderes günleri başlar. Bu günlerde bir kahvehanede baş kahramanımız Hakkı Morgül bir latife yapar. Bir akrabası DP'den milletvekilidir zaten. Latifede şudur; Yenikapı'dan Yassıada'ya tünel kazıp Menderes'i kurtaralım.

Bu bir savcının kulağına gider, gelir bunu tutuklarlar. Mahkemeye çıkar ve derki "yahu ben bunu yapabiliyorsam, hapis cezası yerine madalya vermeniz gerekir", hakimler mahkemede gerçekten gülerler. Ama Hakkı Morgül 1 sene ceza almaktan kurtulamamış. Torunu Mustafa Morgül aktarıyor. Dedem ölüm döşeğindeyken son sözleri; "Demokrasi gibisi var mı?"

İşte size trajikomik bir hatırat. Aynısı bugünlerde yaşanıyor. Ergenekon, Balyoz, Odatv, 28 Şubat, işte artık isimleri neler konduysa bütün siyasi davalar inanılmaz komik iddialar üzerine kurulu. Bunlara hukukta "işlenemez suç" derler. Hani kazma kürekle o tünelin kazılma olasılığı ne ise, genelkurmay başkanı da o kadar teröristtir.

Taraflar değişti tabi, ama basit mantık kurunca aynı. Savcılar yine egemen gücün elinde, iddialar yine komik, suçsuzlar yine suçlu, yani yine aynı tas aynı hamam.

Darbeciye kızan Tayyip, darbecinin yaptığını yapan kim?? Aaaa yine Tayyip.. Helal olsun..

Ergenekon'a tekrar değinmişken, Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında bizzat konuşma (daha doğrusu dinleme, çünkü o zaman askeri lise öğrencisiyiz, öle konuşma yok :) fırsatı bulduğum, değerli komutan İlker Başbuğ'a yapılan bu haksızlığın karşısında bulunduğumu tekrar belirtmek isterim.

Saygılar..

12 Eylül 2013 Perşembe

Kadın Toplumun Temelidir

İnsanlık tarihi içinde, sayısız savaş, çok çeşitli inanışlar, çok farklı ekonomik sistemler, her coğrafyanın kendisine has gelenekleri gibi pek çok olay, olgu, değişim ve gelişim akımları barındırmaktadır. Ve bunların tamamı özü bir ama doğası farklı, zıtlığın merkezi olan "kadın ve erkek"in zaman ile yoğrulmasıyla ortaya çıktı.

Zaman akıp günümüze evrilirken bu tezat erkek egemen diye nitelenen bir dünya ortaya çıkardı...
Öyle mi gerçekten?

Günümüzde en eşit, en demokrat, en sosyal, artık bu kavramlara benzer alanların hepsi en olan hangi ülkeye bakarsanız bakın erkeğin toplumdaki yeri hep bir tık yukarıda. Bunun sebebi tarihin toplumlara getirdiği kalıcı bir hissiyat. Peki işin özüne bakarsak durum nedir?

Basit düşünün, toplum çoğulluktur, yüzbinlerdir, milyonlardır, en başta sayısal gelişmenin kaynağı kadınlardır. Tartışmasız şekilde değer katan bir durumdur bu.

Sonra normal şartlarda her insan annesine bağımlıdır, doğduğu andan en az 14-15 yaşlarına kadar her toplumda böyledir. Yani geleceğin erkeklerinin de kadınlarının da, gelişiminde inisiyatif kadındadır.

Bunlar doğanın kanunu olarak gelen olgulardır. Şimdi toplumu oluşturan bireylerin hayat bulması ve gelişiminde en başta rol alan kadın, özellikle bizim gibi toplumlarda neden baskı altında kalır, niçin bastırılır?

Bunun cevaplanması için sosyolojik, psikolojik, tarihsel vs. farklı farklı bir çok yorum yapılabilir. Bunu açıklarken bunların hiç birine değinmeyeceğim. Hatta kadına şiddetin hızla tırmandığı şu zamanlarda bende kadınlara kızacağım. Özellikle kendi yaş 16-30 yaş grubuna yani gençlere.

Evet bu toplumda erkekler öküzdür. Hatta kanunlarda kadınlara yeterli haklarda tanınmaz. Geleneklerin çoğu hep erkekten yanadır. Dini olarak, ekonomik olarak, sporda, sanatta, evde, havuzda(!!) yani pek çok yerde kadın geriye itilmiştir bu ülkede. Bunları kimse kabul edemez, etmemelidir. İşte ben bu noktada kadınlara kızacağım.

Çevremdeki pek çok arkadaşımda, sokakta yürürken etrafta, otobüste tanıştığım birinde, pek çok farklı yerde iletişim kurduğum kadınlarda genel olarak hep bir kabullenmişlik var. Bakın bunu direk kadın haklarıyla ilgili yapılan eylemlerin artmasından anlayabilirsiniz. Bir olayın etkisi artarsa meydana gelme sayısı azalır, etkisi azalırsa meydana gelme sayısı artar. Yani kabullenen kadın sayısı arttığı için eylem sayısı artıyor.

 O yüzden yok biz haklarımızı güzel arıyoruz demeyin. Tamam zaten erkek öküz dedik onlar anlamıyor da, sizde pes ediyorsunuz.

Kabullenmişliğin dışında birde genel sorunumuz var. Hem erkekte hem kadında, bu toplumda kendine güven problemi var. Boş işleri kastetmiyorum, yetenek sizsinize çıkmayı kendine güvenin ölçüsü kabul eden akademisyenlerimiz(!) olsa bile. Problem var bide kadında daha fazla.

E zaten kendine güveni olmayan insanlar birbirlerini çekemez, kıskanır, şiddet uygular bide bunların hepsinin yanında hakkını arayamaz insan, harekete geçemez.

Her zaman her yerde ne problem olursa çözüm eğitimden geçer, ama gerçek bir eğitimden bahsediyorum. Subjektif olmayan objektif bir eğitimden, ortada olanı kişilerin yorumlayarak yetiştiği ve toplumu o şekilde oluşturduğu bir eğitimden bahsediyorum.

Hayatın içindeki değerinizi bilin, kendinizi kendiniz ezmeyin, ezdirmeyin.

Yazımı sonlandırırken bayrak şairi olarak bildiğimiz Arif Nihat Asya'nın Fetih Marşı'nda bir pasaj geçeceğim,
........
Bilmem neden gündelik işlerle telaştasın,
Kızım, sende Fatih'ler doğuracak yaştasın....

Bu mısralardan ilk bakışta şairin kadına sadece doğurganlık yüklediğine takılmadan, şiiri okuduğunuzda hep Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaşatsın mısralarından farklı olarak, kadınlar için özel bir mısra sarf etmiş olduğunu görmek gerekir. Sadece bu mısra için bile kadının ne kadar önemli olduğunu anlatan binlerce sayfalık yazı yazılabilir.

Saygılar..



11 Eylül 2013 Çarşamba

O Artık Gezer-Yazar

Hepimiz biliriz ki ilk okuldan itibaren hep bir okur-yazarlık olgusu işlenir bu memlekette. İşte okur-yazar sayımız artı, nitelikli okur-yazarlarımız şöle (artık neyse nitelik) vs. vs.

Okur-yazar demek çok eskiden bir şeyler ifade ediyordu. Çünkü okumayı bilmeyen, yazmayı bilmeyen insanlar vardı, bir eğitim sistemi olmadığı için. Cumhuriyetle bu değişti ve günümüze gelindi. Şimdi okuma yazmayı geç 2-3 dil bilen tonlarca insan var. Bu yazının hedefi de zaten onlar.

Okur-yazar olmak artık günümüzde okumayı yazmayı bilmek anlamına gelmez. Okur-yazar okuduğunu anlayıp, kavrayıp, ondan çıkarımlar yapan, bu çıkarımlarını sonuca götüren kişi demektir. Yazarlık kısmını işte bir proje, yeni bir fikir, hayatında bir değişiklik yada gerçekten bir şeyler yazarak başkalarına aktarmak olarak geniş tutabiliriz.

Okurluk içinde aynı şekilde, sadece kitap okumak değil, bir film izlemek, bir müzikal dinlemek, gezmek ama gözleyerek, yani çevreden bir şeyler edinmek olarak tanımlama yapılmalı.

Fakat her zaman dediğim gibi, artık iki konuda insanlar hiç sitemkar davranmıyorlar;
-Ortaya bir şeyler çıkarmanın önemsenmediği bir toplum olduk ve
-Ortaya bir şeyler çıkarmanın önemsenmediği bir zamanda yaşıyoruz..

Yani tabiri caizse dolu işler yerine boş işlerle uğraşıyoruz ve özellikle zamandan bahsetmemin sebebi olan teknolojiyi berbat kullanıyoruz. Elimizdeki tonlarca para verip aldığımız telefonları Cem Yılmaz'ın dediği gibi, işte mesajlaşmak için, fotoğraf çekmek için vs.. kullanıyoruz. Mesela mesaj yani SMS (short message service) yani kısa mesaj sistemi eski çağrı cihazlarının gelişmiş bir versiyonu, gerekli olduğunda kullanılan. Biz canımız sıkılınca tek harf tek harf şeklinde bile mesajlarla zaman öldürüyoruz.

Şimdi başlığa gelirsek, daha bahsetmediğim pek çok sebepten bozulan üretkenliğimiz yerini çöp bile olmayacak şeylere bıraktı. En azından çöpün geri dönüşümü falan var, zamanın yoktur. Teknoloji yayıldıkça, insanoğlunun bencilliğiyle birleşerek, bir artist etkisini hepimizin üzerine yerleştirdi.

Artık; "bakın ben bunu yazdım, şunu icat ettim, bu konuda tezim budur belki yeni bir yaklaşım olabilir, bir araştırayım, bir geliştireyim" yok. "Şuraya gittim, arkadaşlarla sahil keyfi, işte bakın denize giriyorum acaba içime su kaçar mı?, birini sevdim ama onun haberi yok, panpa foto harika ama gözlerin kırmızı çıkmış vs." gibi hiç bir ehemmiyeti olmaya laf salataları var.

Bunun adına gezer-yazarlık diyorum, çünkü telefon ya da işte bilgisayarlarımız her zaman yanımızda adeta eski zamanlardaki kalfalar gibi, bu gezer-yazarlıkta direk boş gezenin boş kalfası sözünün günümüzdeki yansıması.

Neyse işte çok çok uzun lafın kısası, dünyaya bir kere geldim diyip lafı tersinden anlayıp lale gibi dolanmak yerine, dünyaya bir kere geldim diyerek mutlaka bir iz bırakmalıyım düşüncesiyle yaşayınız.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Kralın Dönüşü || Rafael Nadal

Genellikle politikayla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaştığım bu platformdaki son yazım, ülkemizde son zamanlarda sporda gelinen nokta ve olimpiyat oyunları ile ilgiliydi. Yanlış yapılan pek çok örneği hatırlattıktan sonra, spor ahlakının nasıl olması gerektiğine dair bir örnek vermem gerektiğini düşünerek bu yazımı hazırladım.

Bu gece US Open tenis turnuvası final maçında Rafael Nadal ve Novak Djokovic karşı karşıya geldi. Tenis severler için önemi büyük olarak nitelendirilebilecek bir maç..

Nadal geçen sene Wimbledon'da 3.kez dizinden sakatlanmıştı ve bu seferki sakatlığın dönüşünün çok zor olacağı kendisi tarafından da ifade edilmişti. Tenis kamuoyu eski performansına tekrar çıkabilmesini beklemediklerini sıkça dile getirdiler. Yaklaşık 8-9 ay boyunca turnuva oynamayarak çalışmalarını sürdürdü.

Roland Garros (Fransa Açık) turnuvası başladığında geçen senelerin aksine favori gösterilmiyordu. O herkesi şaşırtarak geldiği final maçında rakibini 2 saat 15 dakikada sahadan adeta silerek kupaya uzandığında, tenis tarihine adını altın harflerle kazıdı. Roland Garros'u 8.defa kazanmıştı.

Sonrasında yine Wimbledon vardı, fakat korkulan oldu ve sakatlığı nüksetti. Daha ilk tur maçında elenirken, gazeteciler diziyle ilgili soru sorduklarında, o soruları cevaplamadı ve rakibinin performansını övdü. Açıklama sırasında oradaki herkes çoktan anlamıştı yeniden sakatlandığını.

Sonra yeni turnuvasına hazırlandı, yaz sezonu sert zeminde birkaç turnuva kazandıktan sonra, sakatlığı tam atlatmadan US Open'a başladı. Normalde sayıları uzun oyunlar sonunda alan Rafa'nın kendi stilinin dışına çıkarak mücadelesini herkes ilk turda farketti. Rakiplerini bir bir yenerek finale geldi.

Rakibi sıralamada dünya 1 numarası Djokovic'e karşı son zamanlarda şansının yaver gitmediği de ortada olarak maça başladı. İlk sette rakibini sahadan sildi, 2 kez servis kırarak aldığı bu setten sonra, adeta basireti bağlandı ve 2. set işler terse döndü. Novak'ı çok seyrettim ama ekstra oynadığı bir gün değildi. Nadal'da bir problem vardı. Bir kaç gün sonra açıklama yapacaktır mutlaka.

3. settede kötü oynamaya devam etti fakat mücadelesini bırakmadı. Şaşkınlıklar içinde bu seti kazandı. Bir Grand Slam finalinde bu kadar berbat istatistik tutturulan bir seti kazanan tek sporcu olabilir. Son sette ise içinden bir canavar çıktı sanırım, 6-1'lik skorla seti alırken, rakibine hiç şans vermedi.

Kariyeri boyunca 4 kez ciddi diz sakatlığı geçirmesine rağmen 27 yaşında ve 13 Grand Slam kazandı. Şu anda onunla beraber büyük dörtlü olarak adlandırılan, Federer, Murray ve Djokovic'e karşı sırasıyla, 21-10, 13-5, 21-15 şeklinde üstünlüğü bulunmaktadır. Sakat olmadığı zaman rakipleri tarafından katıldığı her turnuvanın favorisi olarak gösterilen bir fenomen haline gelmiştir.

Peki bu sporcuya başarıyı getiren nedir? Sadece yetenek mi? Bizimde onlarca yetenekli sporcumuz var. Farklı olan en önemli şey çalışmak. Yetenek ve çalışmanın haricinde bütün karakterini sahaya yansıtan bir sporcu, pes etmemek, azim ve hırs onu tanımlamak için en çok kullanılan kelimeler.

Yılda reklam gelirleri ve turnuvalarla beraber 10 milyon dolardan fazla kazanan bu sporcunun devleti için yaptıkları hizmetler ve vatanseverliğinden de bahsetmemiz gerek. En son örnek olarak US Open'da maçını bitirip olimpiyat oylaması için New York'tan Buenos Aires'e gitti, sunuma katıldı, oylamada sonuçlandıktan sonra tekrar uçağa atlayıp New York'a döndü ve bu geceki final müsabakasına çıktı.. Daha fazla anlatmaya gerek yoktur sanırım.

Sonuç olarak yeryüzünde örnek alınması gereken, işini düzgün yapan, hayatını düzgün yaşayan insanlar varken ve örnek alınacak en büyük insan Mustafa Kemal'de tarihimizde bir gurur kaynağı olarak yer etmişken, yanlış yönlendirmelerden kaçınmak ve doğru insanların doğru davranışlarını kendimize düstur edinmek, hem kendi hayatınız hem de devletiniz için en güzel seçim olacaktır.

Taklit etmek yerine, örnek almayı deneyin..

7 Eylül 2013 Cumartesi

Son 10 Yılda Sporumuz

Bu akşam izlediğim Türkiye-Yunanistan basketbol maçından sonra, bu yazıyı yazmak zorunda hissettim. Her alanda bizlere çizilen pembe tablonun bir yalandan ibaret olduğunu fark etmemiz gerekiyor. 

Şimdi bu akpyi, bu tayyipi, bu zihniyeti başa getirenler özellikle okusun ve vicdanları sızlasın. Bu hükümeti ben çok eleştirdim daha önce, ama gerçekleri yazdım. O yüzden gücenen gücensin, kızan kızsın bu sefer gerçekleri yazarken fikrimi de zikredicem.

Başa geldiklerinde sporda devraldıkları miras şöyle;

2000 yılında futbolda tepedeyiz Galatasaray'la. 
2002 yılında Dünya Kupasında 3. olduk.
2001 yılı Avrupa Basketbol Şampiyonasında 1. olduk.
2000 yılı Olimpiyat Oyunlarında judo, halter, güreşte olimpiyat altını aldık. Halil Mutlu ve Hamza Yerlikaya'yı herkes tanır zaten.
Bireysel yıldızımız var mıydı? Oda vardı. Hakan Şükür'den tut Semih Saygıner'e, Sergen Yalçın'dan Hidayet Türkoğlu'na, Halil Mutlu'dan Süreyya Ayhan'a daha pek çok adı geçince efsane diye torunlarına anlatacağın sporcularımız vardı..

Şimdi ne hale geldik bakalım..

Futbolda Dünya Kupasına gitmek için her maçı kazanmak zorunda olduğumuz noktadayız,
Basketbol Avrupa Şampiyonasından an itibariyle rezil olarak elendik, şampiyon adayı, Dünya Şampiyonası 3.sü geldik, 3'te 0'la havlu attık.
2013 Halter takımından 8 kişi dopingli çıktı,
2013 Atletizm takımından da 8 kişi dopingli çıktı,
Olimpiyat Şampiyonu Aslı Çakır Alptekin en fenası, 1500 metre koştu duygulandırdı ağlattı, inandık millet olarak bir şeylere belki de, o da dopingli çıktı bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Ya bizim buz pateni yapan Tuğba Karademir adlı sporcumuz var. Destek görmediği için sporu bıraktı. Arkasından gelen 14-15 yaşında Sıla var, 20 küsür uluslararası yarışta birinci olmuş. Antrenörü destek istiyor, cevap ergenliği geçsin bakarız. Bir kız çocuğunun yapabileceği en zarif sporlardan birini zihniyetinizle kirlettiniz.

Daha neler aklıma bir gelse, neler yazıcam neler.. Kırkpınar yağlı güreşlerinde 19 sporcunda doping çıktı, milli sporumuz bu bizim, ayıptır kültürüne Osmanlı hayalleri kuruyosunuz..

Muay Thai Türkiye şampiyonu Engin Çoruh anlatıyor, 10 çift eldiveni 45 sporcu kullanıyoruz..

Geçen ayın 5'inde 31 atlet dopingli diye men edildi. Yahu Nevin Yanıt bile dopingli çıktı, daha genç 1-2 yıl ceza alır 3-4 sene daha koşar dediniz.

Yazsam daha milyon tane rezillik.. Şimdi neden böyle oldu. Açık açık yazıyorum düşündüklerimi.

1) Aldın büyük sporcularımızı siyasete soktun tayyipcim, aferin oyları aldın iyi halt ettin, bırakta o adamlar bildiği işi yapsın, gençleri yetiştirsin.

2) Milli benlik adına bir şey bırakmama çaban çok etkili oldu, milli sporcu dediğin adam ölene kadar o sahada yırtacak kendini arkadaş, bu basketbol takımının hali ne böyle? Sen git Cenk Akyol'a sar ona laf yetiştir.

3) tayyip yolsuzluk, rakkaselik, kolay yoldan paraya kavuşmak gibi davranışları o kadar güzel icra ettiniz ki arkadaşlarınla beraber, sporcuna tesir etti bu, dopingini yapıyor, çıkıyor koşuyor, kazanıyor. Bak keser döndü sap döndü gün geldi hesap döndü. Senin hesabının kesilmesine de şurada üç-beş ay kaldı.

Şimdi gelelim olimpiyat aşkına..

tayyip senin bildiğin sporlarla olimpiyat oyunlarını yazıyorum. Bak, yağlı kayış (polise karşı çapulcular), poker (pokerface var ya çaktırmaz hani, onu da tam yapamadın neyse), monopoly (inşaatlar, köprüler, tüneller, bilmem neler ama paralar gelsin ha), bide modern dans (siyasi arenada böyle rakkas görülmedi).

ATATÜRK "Ben sporcunun, zeki, çevik ve ahlaklısını severim." demiş.

tayyip en çok ırkçı sporcu sevdiğini rıza kayaalpten biliyoruz, söze gerek yok..

al işte daha ne yapıcaz savaş çıkartıyoruz, abd'ye yancılık yapıyoruz, toprakları israile satıyoruz, barajları satıyoruz, madenleri satıyoruz, mezhep kavgası çıkarıyoruz, daha çoook şeyler yapıyoz biz...
olimpiyatı vermeleri lazım ki bi gündem değişsin, halk böle ağzı açık salak salak alkış tutsun falan, o arada savaş mı oluyo? olsun amk, ekonomi mi çöktü? koy götüne, haydeeee!


Ahanda sana olimpiyat, kovala çapulcuları madalyanı fetoş taksın...

 

6 Eylül 2013 Cuma

Suriye Savaşı || Kürtleri Bekleyen Tehlike

Güney sınırlarımız ve Akdeniz boyunca çalınmaya başlanan savaş boruları, küresel güçlerin oyun alanı olarak belirledikleri Orta Doğu bölgesinde gerilimi hızla tırmandırıyor. Bölge üzerinde yapılan çıkar hesapları, devletleri farklı saflarda birleşmeye itiyor.

Klasik WASP, Frank ve Yahudi işbirliği yine önümüzde. Yani "white,anglo-sakson,protestan"ı oluşturan ABD ve İngiltere, yanlarına Fransa ve İsrail'i de alarak bir cephe oluşturmuş durumda. Bunun karşısında Hegel'in diyalektiğine de uygun şekilde Rusya, Çin ve İran cephesi hazırlıklarını yapıyor.

Sadece bu kadarla kalmıyor, taşeronlarda hazırlıklarını hızlandırdı. Savaş durumunda vatandaşın özel mülkiyeti olan 5000 adet 4x4 arazi aracının toplanması ile ilgili hazırlığını tamamlayan Türkiye, nükleer başlıklı füze çalışmalarını hızlandıran Kuzey Kore gibi devletlerde bu savaşın 3.Dünya Savaşı olacağı yönündeki endişeleri arttırmakta.

Savaşta devletler kalır, halklar yok olur. İşte bu yazımda bu tehlikeyle karşı karşıya kalacak bir topluluk var. Kuzey Irak ve Suriye'nin kuzeyinde yaşayan Kürtler. Bu bölgede Kürt sorunu 100 yıllık bir projeyle günümüze taşındı. Bunun yarattığı terörün acısını en çok çeken devlet Türkiye oldu.

Kuzey Irak'ta kuruluşu adeta tamamlanan bir Kürt devleti, yapay olarak oluşturuldu. Hatırlanacağı üzere Saddam 1990'ların başında çıkan Körfez Savaşında bu topluluğu kimyasal silahlarıyla hedef almıştı. Bir kültürün yok edilmeye çalışılmasıyla burada tanıştılar. Sonra yardım elini ABD uzattı.

Kendi silahlı gücü olduğu gibi, ayrıca komşu devletlerde terör eylemleri yapan terörist grupların CIA ve MOSSAD tarafından organize edilip desteklendiği biliniyor. Bunlardan biri yakından tanıdığımız PKK ve Suriye iç savaşıyla tanıştığımız PYD..

Türkiye'de 5 senedir açılım adıyla anılan bir süreç yaşandı. PKK Kuzey Irak'a çekildi ve çekiliyor. Şimdi Suriye'ye bakalım. El-Kaide var, ÖSO var, PYD var, birde Suriye ordusu var, kim kime dumduma.

Kuzey Irak'ta Kürt hakimiyeti küresel güçler tarafından sağlandı. Petrol kuyularıyla ilgili anlaşmalar yapıldı. Kuyular büyük petrol karteli şirketlerin eline geçti. Şimdi bu savaşla onlar payını daha da arttırmak niyetindeler. O halde Kürtlerin askeri gücü bitirilmeli.

PKK'nın Türkiye'den çekilmesiyle birlikte, bu terörist gruptaki silahlı teröristler PYD'ye geçiş yaptılar. Kürt hakimiyeti olan bölgede yaratılan Kürt silahlı gücüde buraya Suriye'ye doğru kayıyor. Buradan sonrasını tahmin etmek zor değil.

Savaş çıktığında ABD cephesi kendi askerini kullanmayacak Kürt halkını kullanacak diyebiliriz kısaca.

Umarım bu tehlikenin farkına varıp, 100 yıldır yalanlarla yıkanan zihinleri bir uyanışa uğrar ve huzura kavuşurlar.

***Not: Türkiye'nin bütünlüğü ve birliği için hareket eden Kürt kardeşlerimi ayrı tutarım.

5 Eylül 2013 Perşembe

Ekonomik Kriz Geliyor - 3

Bu konuda daha önce yazdığım iki yazının ilkinde içerideki siyasi otoritenin ekonomiye etkisi, ikincisinde ise dışarıdaki ekonomik faaliyetlerin ülkemize etkilerini açıklayarak, ekonomik krizin nedenlerinden bahsemiştim.

Bu konudaki üçüncü ve son olacak yazımda ise ekonomik krizin üzerinin nasıl örtülmeye çalışıldığını aktaracağım.

Günümüzde siyaset adamları demokrasinin açıklarından faydalanmaya başladıkları takdirde ellerine geçirdikleri gücü kendi çıkarları için kullanmaktan kaçınmıyorlar. Ülkemizde de aynı durum yaşanmakta. Medya burada en önemli unsur. Çünkü kitleleri yönlendirmek için en etkili araç medyadır.

Ülkemizde ekonomik kriz şu anda yaşanmakta, fakat yaşanmıyormuş gibi gösterilmekte. Gazetelerde ya da akşamları televizyon kanallarındaki politik ve ekonomik programların hiç birinde, bu konudan bahseden kimse göremiyoruz. Medya gücünün ilk basamağı sansür burada devreye girmiş durumda.

Daha önemli bir konu ise Gezi Parkı olaylarının ikinci dalgası eylül ayında gelecek şeklinde alttan alttan insanların zihinlerine yeniden sokaklara dökülmeleri adeta aşılanıyor. Bunun için bir fitilin ateşlenmesi gerekiyor. Eylül ayında üniversitelerin açılmasından sonra Gezi Parkı eylemlerine katılan öğrencilerin okullarından uzaklaştırılacak olması ve bunun basında geniş yankı bulacak olması acaba bu fitilin ateşi olacak mı? Hep birlikte göreceğiz. 

Buda medyanın beyin yıkama yeteneği. Yani medya sansür ve beyin yıkama, deyim yerindeyse biçme ve ekme işlemini iyi yapıyor.

Son olarak birde Suriye savaşı var, savaş bittikten sonra adı Suriye mi olur, 3.Dünya Savaşı mı olur onu göreceğiz. Fakat bu savaşın kıvılcımları Ortadoğu'yu kavurmaya hazırlanırken ateşi körükleyen kim? 
Türkiye Cumhuriyeti başbakanı ve dışişleri bakanı..(!)

Şimdi bu savaşın bu park savaşının ekonomik krizle ne alakası var diye soracak olursanız hemen açıklayayım.

Arkadaşlar bir şeyi temizleyemiyorsanız, üzerini örtersiniz. Hükümetimiz gördü ki bu ekonomik durumun altından, rekor vergilerle, Suudi desteğiyle, ülke topraklarını satarak, IMF yerine çeşitli bankalara borçlanarak kurtulamıyorlar. O halde üzerini örtmeleri gerekir değil mi?

İşte size en güzel iki bahane : SAVAŞ ve İÇ KARIŞIKLIK.. Güven ortamının olmadığı yerde ekonomik faaliyetler zayıflar, bu şekilde ekonomiyi zaten düzeltemezsiniz. Ortalık toz dumanken millet iyice fakirleştikten sonra, bu toprak yere çökmeye başladığında binlerce insanı alanlara toplayacaklar ve gözlerinin içine bakarak yalan söyleyecekler;

"Bölgemizdeki savaş bizi etkiledi, yaralarımızı beraber saracağız"
"İçimizdeki İrlandalılar yüzünden bu durumlara düştünüz"

...... ve ne yazıktır ki bazılarımız şöyle cevap verecek,

"G.tünün kılıyım"

Her şey geçtiğinde ve halk cumhuriyete hakkıyla sahip çıktığında, "Biz başbakanımızın aşığıyız, başbakanımız bizim için adeta peygamber gibidir." diyen ve sonra nedense(!) istifa eden Akp Aydın İl başkanı İsmail Hakkı Eser gibiler, ya kıl tüy gibi kesilip atılacak yada din sömürüsüne giren görüşleri halk tarafından dikkate alınmayacak kişiler olarak tarihe geçecekler.

Muharrem İnce'nin söylediği gibi,

 "Siz, demokrasi treninden inip diktatörlük hızlı trenine tam gaz gitmektesiniz. ama unutmayınız, er ya da geç, bu yüce çatı tanıklık edecektir ki, bu çark kırılacaktır, bu düzen değişecektir ama siz, bu gök kubbe altında hoş bir seda olarak bile kalamayacaksınız."






31 Ağustos 2013 Cumartesi

Tayyip'in Suriye Oyunu

900 kilometrelik sınırımız kan gölüne dönmüş durumda. El-Kaidesinden, Özgür Sıçanlar Ordusuna, Mossad Ajanlarından, Hizbullaha, Suriye Ordusundan, Pkksına kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsiz bir iç savaş yaşanıyor Suriye'de.

Kocaları öldürülen kadınlara mülteci kamplarında, kendi mahallelerinde, göç yollarında tecavüz ediliyor, genç kızlar toplanıp Kuveyt emirlerine birer mal gibi satılıyor, küçük çocuklar annesiz babasız, açlık baş gösteriyor, pislik ve hastalıkla boğuşuyorlar.

Bunların hiç birini hak etmeyen bir Suriye halkı, oyuncuların zar atmasını bekliyor, kaderlerini değiştirecek güçleri yok iç savaştalar. Yığınaklar yapılıyor, uçak gemileri Akdeniz'e geldi, Patriotlar aylar öncesinden Türkiye'ye yerleştirildi, Ruslar tepkili onlarda denizlerde, İngiliz ve Fransız halkı sokaklara indi, biz bu yalanı daha önce Irak'ta gördük kimyasal silah oyununa gelmeyiz diyor.

İşte bu iç savaşın baş oyuncusu ABD, ama savaşın yıldızı Tayyip. Hani okey masasında oynarken telefonun çalar 5-10 dk bir yerlere gidecek olursun, yerine yancı bakar. İşte ABD asıl oyuncu yancısı da Tayyip.

El-Kaide'yi 2,5 yıldır besliyor el altından, onları mit ajanlarıyla antremanlıyor. Paralar Suudilerden geliyor, silahlar ve eğitim Tayyip'in sisteminden. Ortalık karma karışık, strateji yapılamaz bir hal aldı, yancı elindeki okeyi yana attı. Yetiş ABD diyor şimdi, gel de bu oyunu kurtar.

Mursi indirildiğinde ABD'ye çatan Tayyip nerede? Şimdi gel buraya Suriye'yi temizle diyen Tayyip nerede?

Ve onun alimleri gazete köşelerinde, bu ümmet olmadı gelin biz yeni bir ümmet dizayn edelim demeye başladılar. Müslümanlar birbirini öldürüyor, buna lafınız ne zaman olacak? Ey Tayyip sen ne zaman doğru iş yapacaksın? Hiç bir zaman...

Bunların hayali sünni bir Osmanlı kurmaktı en başından beri, ABD ise buralardaki enerjiyi istiyor. Şimdi Suriye'deki Şii halkı katlediyorlar bir iç savaşla, mezhepler savaşıyor, hani geçenlerde medeniyetler ittifak ediyordu ya, küffarla ittfak gelsin paralar, Şii mi kes kafasını.. Bu Tayyip gitmeden bu iş düzelmez zaten..

Tayyip derken birisi sandınız siz ama o bir topluluk,
T-ürkiye
A-hlaksızlık
Y-ancılık
Y-iyicilik ve
İ-rtica
P-artisi.. Tayyip.. AKPKK gibi bişey bu işte, daha az üyesi var, eş dost Amerika'dan bir şeyh falan var yani..

Senin hayalini kurduğun Osmanlı'da güzel bir laf vardır Tayyip, Şark Kurnazı derler senin gibilerine, kafası basmadan fikir üretir, yüzer kuyruğuna gelir bi bakar içeri girmiştir ;)

Haydi eyvallah..

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Suriye Savaşı

Son iki buçuk yıldır güney komşumuz Suriye'de bir iç savaş yaşanıyor. Bu iç savaş bölgedeki devletler tarafından yönlendirilmeye çalışılırken, Amerika, İngiltere, Fransa gibi Nato bağlarıyla bizim müttefikimiz olan devletler aktif bir askeri harekette bulunmadılar. Ama işte o bölgedeki devletlerin siyasi kontrolü ellerindeydi ve bu uydu devletler onların doktrinlerini yerine getirme çabasıyla bu iki buçuk seneyi geçirdiler.

Fakat anlaşıldı ki uyduları bu işi halledemediler ve şimdi kendileri askeri harekata girişmek için hazırlıklara başladılar. Kimyasal silah bahanesi aynı Irak savaşında olduğu gibi kullanılıyor. Bu sefer kendi destekledikleri Esad karşıtı güçler tarafından kullandırdıkları kimyasal silahın yol açtığı insan katlini Esad'ın üzerine yıkmak gibi bir strateji belirleyerek, kendilerini dünya kamuoyunda haklı gösterme niyetindeler.

Bu bölgedeki beceriksiz uydulardan biri olan Türkiye ise bu olayın en kritik aktörlerinden biri konumunda. İran'ın böyle bir müdahale istemediği, Rusya'nın dünya politikalarına aykırı olan bu hareketliliğe karşı olduğu aşikarken, Türkiye gafil hükümetin yaptığı hataların ve hainliğin faturasını ödemeye çok yaklaştı.

Ekonomik olarak sorunlar yaşadığımız bu günlerde çıkacak bir savaşın altından kalkarken mağdur olacak taraf yine halk olacaktır. Bu savaşla birlikte yıllardır diplomatik yollarla uydu olarak kullanılan Türkiye, üslerini efendilerine açacak ve geri dönüşü olmayan bir yıkım sürecinin fitili ateşlenmiş olacaktır.

İki buçuk yıllık bu sürecin en kötü aktörü de yine Türkiye olacaktır. Toz duman yere çöktüğünde, Suudi paralarıyla Suriyeli muhalif güçlere askeri eğitimler ve teçhizat sağlayan Türkiye'nin imajı dünyada sıfırlanacaktır.

Yıllarca din elden gidiyor diyerek iktidara gelen zihniyet, benimsediği dinin gereklerini yerine getirmek bir kenara dursun, hem vatan hainliği hem de din kafirliği yaparak bu topraklarda üzerine tükürülecek bir mezar bile hak etmediğini kanıtlamıştır.

Aymazlıkla dolu 11 yıllık sürecin sonunda artık kapının kendilerine göründüğünü fark edenler son şakalarını yapmak arzusundadırlar. Fakat algıları ve zekaları olayların hangi raddede gelişebileceğini göremeyecekleri kadar sınırlı olan bu zihniyet mensupları, mezhep kavgasını, ırk ayrımını, millet yerine köle kavramını bu bölgeye getirdikleri için kendileriyle gurur duyabilirler.

Bu savaş gerçekleştiği takdirde bir Vietnam, bir Irak, bir Somali, bir Afganistan gibi olmayacak. Artık zaman gelmiştir ve fitil ateşlendiğinde tarihe 3. Dünya Savaşı olarak geçecek bir savaşın tam ortasında kalmış olarak en büyük yıkıma uğrayacağımız kesindir.


27 Ağustos 2013 Salı

Ekonomik Kriz Geliyor - 2

Bu konuda paylaştığım ilk yazıda, Türkiye'deki siyasi durumun ekonomi üzerindeki etkisinden ve bunun doğuracağı sonuçlardan bahsetmiştim. Devam niteliğini taşıyan bu paylaşımda ise dünya ve Türkiye piyasalarında olup bitenler ve bunların ekonomimize olumsuz etkilerine değineceğim.

Ekonomik kriz geliyor şeklinde bir öngörüye dayanarak yazdığım yazıların temeline inersek, 2008'de dünya çapında oluşan ekonomik krizden bahsetmem gerekecek. 2008 yılında halk olarak biz fark etmemiş olsak da 1929 yılındaki New York Stock Exchange'te meydana gelen ve Büyük Buhran olarak adlandırılan olaydan çok daha büyük sonuçları olan bir kriz meydana geldi.

Amerikanın 4. en büyük yatırım bankası Lehmann Brothers battı, 27 milyon ABD vatandaşı işsiz kaldı, sadece California'da haftada ortalama 30 ailenin evine haciz geldi ve bu insanlar evsiz kaldılar. Sebep neydi?
Mortgage..

Risk yönetimi kurallarını gevşek şekilde sürdüren bankalar ve aracılar ödeme durumunda zorluk yaşayacak insanlara bile krediler verdiler. Bu ABD özelinde bir durum değildi, Londra ve Paris bundan en az ABD kadar etkilendi. Fransa'da kapatılan Caterpillar fabrikasının işçilerinin şirket Ceo'sunu yaklaşık 2 gün boyunca rehin almış olması durumun ciddiyetini gözler önüne sermeye yeter.

Peki Türkiye'de neler olup bitiyor.. ABD o krizin etkilerini azaltmak için piyasaya FED aracılığıyla dolar sürmeye başladı, bunun dolar fiyatını ülkemizde aşağıya çekmesi beklenirdi, fakat bir etkisi olmadı. Ama 5 sene sonra bugün FED piyasadaki doları azaltacağını geri çekeceğini açıkladığı anda bakınız dolar fiyatı Türkiye'de tırmanışa geçti.

Bu yazıyı yazmaya başladığımda gece 03:00 sularıydı uyuyakaldım, sabah uyandım, kahvaltımı yapıp televizyonu açtığımda Türk Lirası dolar karşısında düne göre yüzde 2 değer kaybetmişti. Şu an da 2.03 civarında bir pariteden bahsediyoruz...

Faiz oranlarımız yüzde 2-5-10 yıllık devlet tahvillerinde yüzde 10 seviyesinde.. Yani para çekebilmemiz için bu oranlar yükseliyor, birisi 1000 tl tutarında tahvil alırsa, 2 sene sonra 1100 tl tutarı geri alacak. Yani havadan kazanacak. Peki biz bu 1000 tl lik yatırımla 2 senede 100 tl kazanbiliyormuyuz?
Cevap : HAYIR..
Çünkü gelen para ya yolsuzlukla ülke içinde kayboluyor ya da diğer ülkelerden aldığımız borçlara ve bunların faizlerine gidiyor..

Borsamız önceki 13 ayda 30 bin puan artış gösterdi, ve son 3 ay içinde gün itibariyle 26 bin puan geriledi. Bunlar güzel şeyler değil.. Borsamızın yüzde 66'sını yabancı yatırımcılar oluşturuyor, yani onların oyun alanı haline gelmiş durumda.

Şimdi ne olacağı konusuna gelirsek... Dolar fiyatları 2.00 ve 2.05 aralığında bir süre hareket edebilir, ama günlük sert sıçramalarla daha önce belirttiğim 2.25 seviyelerine gelecek. Daha şimdiki fiyatı bile çok vahim sonuçlara yol açacak halk adına.

En basit vaka : petrol fiyatları artıyor ve dolar üzerinden fiyatlanır. Dolar TL'ye göre değer kazanıyor. Yani enerji harcamalarımızda biz çarpı 2 daha fazla kaybediyoruz diyelim kısaca. Zaten kış geliyor doğalgaz faturalarınızı görünce her şeyi anlarsınız.

Üretim yapmayan bir ülkenin ekonomik can çekişmesine hep birlikte şahit olacağız yakın zamanda ve bundan bizler zarar göreceğiz.

Şimdi soruyorum, milli çıkarları koruması gereken bir hükümetin devletin başına geçmesinin vakti gelmedi mi?

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Hainler, Nankörler ve Dönekler...

Günümüz yaşam düzeninde en tepede olmak için hain, ne yaptığını bilmemek için nankör ve rüzgar ne tarafa eserse essin benim işler yürür demek için dönek olmanız gerekir.

Bu hainlikte akıl yürütme vardır ama zeka yoktur pek, zeki adam ileriyi görendir. Hainse başkasının çıkarına çalışarak ülkesini yönetendir. Kim oldukları ortada ama tekrarlamakta fayda var, Akp'nin tepesindekiler haindir. 

Yolsuzluk yaparlar, bölücülük yaparlar, yalan söylerler, kısaca biri bunlara ne söylüyorsa bunlarda onu yaparlar arada kendi çıkarlarına oynarlar, rüyalarını görürler sonuna doğru birden kabusa döner. Aynı bu günlerde Akp'nin gördüğü rüya gibi, dışardakiler beğenmedi onlarında rüyası kabusa evrildi, şimdi gidiciler.

Nankörlere en son gelicem, önce dönekler.. Bu günlerde bir başbaş danışmanımız var, Yiğit Bulut, aynı soyadı gibi, rüzgar savurdukça bir oraya bir buraya gidip gelmekte, birisi çıkıp bu adama söylemeli ama yüzüne sen "döneksin" abicim. Dönek olmak için utanmaz ve yalaka olmanız şarttır, açın resmine bakın yüzünden damlar zaten bütün özellikler hiç şüpheniz olmasın.

Buraya kadar bilindik şeyler, buradan sonrası beni asıl kızdıran kısmı.. Gezi parkı olaylarıyla birlikte toplumda bir algı yaratıldı evet bu çok güzel, araştıran okuyan insanlarımız meraklı insanlarımız neyin doğru neyin yanlış olduğunu görebiliyorlardı zaten artık bunların sayısı arttı. Yavaş yavaş gelişen bir örgütlü toplumumuzda var, dayanışma olgusunu hatırladık evet bunlar çok güzel..

Ama birde nankörleri görmüş olduk. Etrafınızda ne kadar çok devrimden bahseden insan olduğuna dikkat ettiniz mi? Sordunuz mu yahu arkadaş bu neyin devrimidir, iki kelimenden biri devrim, devrimci gençlik, devrim ruhu vs.. Ne anlatıyorsun dediniz mi? 

Ben sordum cevapları da anlatayım. Şimdi iki türüne denk geldim biri kendini barışçı olarak adlandıran faşist devrimci. Kürt kardeşlerimizin hepsinin fikriymiş gibi konuşuyor, işte bölgesel (yerinde) yönetim olmalı, resmi dil olarak tanınmalı vs... E şimdi sen yıllarca bu yaşadığın topraklardaki insanları faşist olarak adlandır sonra bütün istediğin kültürel ve sosyal olarak ayrıma götürsün bizi, bunun adı faşistliktir. Aynı bizi dini olarak bölmekten zevk olan Akp'nin yaptığı gibi bir fark yok, alanı değişik sadece.

İkinci tür artık Leninler, Stalinler, Karl Marxlar, Engelsler, komünizm, sosyalizm, Cheler, Castrolar, Chavezler Troçkiler, Maolar, Alexandra Collontai'sinden, Clara Zetkin'ine, artık Bolivar'ına kadar herkesten herşeyden bahseden ama genel fikri olmayan iyi ezbercilerdir. Yahu sanki biz tarih okumuyoruz araştırmıyoruz bilmiyoruz, getirin bu ülkede en baba devrimciniz kimse karşıma oturtun konuşalım bakalım kim daha devrimci. 

Anti-militaristiz derler, yahu saydıklarının yarısından fazlası askeri başarıyla başa gelir, diktatörlüğe karşıyız der, Leninler, Stalinler, Maolar zaten mecliste açık oylama yaptırıp kendine karşı oy verenleri bikaç günde öldürmediler hiç, kadın hakları derler kocaları çalışma kamplarına atılınca şehirlerde ne iş yaptı bu kadınlar hiç bilmezler, Che derler dünyadaki en büyük telif hakkına sahip fotoğrafın Chenin fotoğrafı olmasına bişey demezler, millyetçiliğe karşıdırlar.. Yahu bu Fidel Castro cidden büyük adam bence ama şimdi sen bu adama milliyetçi değildi diyebilir misin? Gidip ABD'ye kafa tutarken dünya barışı anti militarizm mi dedi, ekonomik bağımsızlık dedi, ülkeme dokunma dedi. Yani açık yakalamak falan öyle konuşmak istemiyorum tarzım değil zaten gerçekler ortada meraklısı objektif olsun, hani deyimle delikanlı olsun, insan olsun öyle okusun baksın duysun.

Bu ülkede devrimci olcaksan Mustafa Kemal gibi bir örnek varken başkalarından fayda beklemek kendi tarihine hakarettir, nankörlüktür. Konuşuyoruz, e işte oda iyi tabi bağımsızlığımızı kazanmamıza yardımcı oldu falan filan, sonrasında bir ama gelir.. Ne ama'sı kardeşlerim gözünüzü açın artık, siz kendi kendinizi hipnotize ediyorsunuz, ülkeye olmadığı gibi kendinize faydanız olmuyor. Çok sevdiğim dostlarımda var bunların arasında kusura bakmasınlar ama bu böyle, yapmayın artık..

Devrimin içinde yaşıyoruz, Türkiye, kitap mı arıyorsunuz Nutuk, şahit mi arıyorsunuz şehitlikleri gezin..

Her şeyden önce herkes onurlu olmalı, bakın şöyle;
Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit oluşunu TBMM’de şöyle anlatıyor:
“Bir taarruz gününde (27 Ağustos 1922) en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güveni vardı. Telefonla sordum: ‘Niçin hedefinize (Çiyiltepe) hakim olamadınız?’ dedim. cevaben dedi ki; ‘Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız’. Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki; ‘Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim halde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam’. 15 dakika sonra Çiyiltepe alınmış, ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.”

Zaferden sonra buraya, Albay Reşat Çiğiltepe Anıtı yapılarak anısı ölümsüzleştirildi.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Faili Dokunulmaz Cinayetler.. || Necip Hablemitoğlu

“..Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum. ÇÜNKÜ TÜRKÜM VE BAŞKA TÜRKİYE YOK!..Necip Hablemitoğlu…”
(Öldürüldüğü sırada yazmakta olduğu Köstebek adlı kitaptan)

18 Aralık 2002 günü evinin önünde hain bir saldırıyla yaşamını yitiren Necip Hablemitoğlu.. Tıpkı Uğur Mumcular, tıpkı Ahmet Taner Kışlalılar, tıpkı Eşref Bitlisler gibi bir vatan aşığını daha yitirdiğimiz gündü o çarşamba.


Necip hocayı biz hiç unutmadık ne kadar üzerine kara çarşaf geçirilip unutmamızı görmememizi isteselerde. Onun gibi Cumhuriyet devrimi şehitlerini gönlümüze, zihnimize kazımanın açtığı yoldan yürümenin gururu var bizlerde, ama onu anlatmadan ilk belirtmem gereken birde utanç var bizlerde ne onu ne onun gibileri koruyabildik ne de ailelerinin yanında yeterince durabildik. Sadece ölüm yıl dönümlerinde onları anıyor olmak yetmez, onları fikirleriyle yaşatmamız, bedelini canlarıyla ödedikleri bu yoldan kanlarını kaldırmamız gerekir.

Necip Hablemitoğlu kuşkusuz bir Atatürk aşığıydı. Ben onu Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası adlı kitabıyla tanıdım. Bu kitaptan Işıklar Askeri Lisesine söyleşiye gelen yurtsever Metin Aydoğan bahsetmişti. O zaman kimdir bu yazar dediğimde onunda bir faili dokunulmaz olduğunu öğrenmiştim.

Ölümünden sonra basılan Köstebek adlı kitap bizim sınıfta o kadar popülerdi ki okul kütüphanesinde 3 tane vardı ve  hepsi bizim sınıftakiler tarafından alınmıştı. İşte okumak için bizi sıraya sokan o kitap onun ölümüne neden olmuştu belkide. Çünkü dokunulmazları yazmıştı.

Bu kitabın çok büyük bir bölümü belgelerden ve kişisel diyaloglardan elde edilmiş bilgilerle yazılmıştır. Zaten Necip hoca bir akademisyendir. Bu kitap Fettullahçıları anlatır, onların örgütlenmesini, devlet kurumları içinde nasıl kök saldıklarını, orduya sızmak için nasıl farklı yöntemler uyguladıklarını anlatır.

Ama yıl 2002 Akp yani Fettullahçıların siyasi kolu iktidara geliyor, önlerinde engel olmamalı, araştırmacı olmamalı, onların ipliklerini pazara çıkarmamalı ve bu değerli kişilerin belkide en asilini Necip Hablemitoğlu'nu aramızdan alıveriyorlar. O sıralarda devam eden Futtuhlah davası hakkında da büyük ihtimaldir elinde belgeler ve kanıtlar vardı hocamızın, benim tahminim bu yönde.

Peki sonra neler oldu hızlıca günümüze gelelim. Hanefi Avcının kitabı basıldı - Haliçte Yaşayan Simonlar - o fettullahçı bir emniyet müdürüydü fakat siyasal faaliyetlerin ülkeye zararlarına sessiz kalmadı, cemaati yazdı, topluma anlattı.

İki gün önce Hanefi Avcı Ergenekon İftirasında ceza aldı. Bu davada Osman Yıldırım diye biri var hani şu danıştay saldırılarına karışan, sonra davaları birleştirilen ve iki gün önce beraat eden. Orada katillerin kim olduğunu ifade etti. Fakat şöyle bir şey var, aklı olan fark eder. Bu adam Fettullahçıların tetikçisidir yani cemaatin pis işlerini halleden kısmındandır. Cumhuriyet gazetesine yapılan saldırılarla başladı bu dava, danıştayıda bu adama yaptırdılar, birde böyle başkalarına iftira attırdılar, sonra bu adam serbest kaldı bakın siz şu işe.

Bu davanın zaten düzmece olduğu biliniyor fakat kamuoyunu kontrol etmek için davaları birleştirdiler ve işte bakın bunlar terör örgütü neler yapmışlar dediler. Halkı uyutmaya kandırmaya çalıştırlar.

İşte Necip Hablemitoğlu gibi dürüst ve aydın insanları, din diyerek, iman diyerek, allah diyerek katlettiler, günahsa günahın katmerlisini, suçsa suçun bellisini işlediler.

Şimdi tetikçileri dışarda (Osman Yıldırım), siyasetçisi Başbakan olmuş (Tayyip Erdoğan), fikir babası (Fettullah Gülen) Amerikadan "Kuran müslümanlığı diye bir sapkınlık çıkardılar" diye fetva veriyor, bütün cemaat uykuda görmüyor yada görmek istemiyor, kandırılmış insanlar, söyleyecek çok şey var ama dil varmıyor.

"Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kendini savunma mekanizması artık felç olmuş durumdadır..." 
                                                                                   Necip Hablemitoğlu

Hocam sizleri zamanında duymayanlar adına şimdi bizler utanıyoruz, ama uyanıyoruz.

Erol KÖK

6 Ağustos 2013 Salı

Ergenekon İftirası ve 12 Eylül Referandumu || İlker Başbuğ

Bugün günlerden 6 Ağustos 2013 Perşembe.. Bu tarih bundan uzun yıllar sonra hafızalarda canlandığında bir destanın başlangıcının kalplerde bıraktığı o ürperti aynı bugün gibi hissedilecek.

Bundan 5 sene önce yargılama süreci başlatıldığında dün verilmiş olan kararların ne olacağı belliydi biliniyordu. Çünkü ergenekon dosyası bir hayalden ibaretti ve bu hayalin sonunda olacaklar tabii ki gerçeği adaleti yansıtmayacaktı.

Bu dava bir intikamdır, bu dava kin dolu kalplerin vatanseverlere attığı bir tokattır, bu dava bizleri uyandıracak bir filmdir aynı zamanda.

Çok farklı görüşlerden yüzlerce kişinin yargılandığı bir davanın, tek ideolojisi olması gereken sözde bir terör örgütü iddiasını taşıması ne kadar gerçektir?

Evlerinde vicdan telleri titremeyen ne kadar çakal vardır, sevinen, iyi oldu diyen.. ve sıra kendilerine geldiği gün adaletin ayaklarını öpecek olan kaç tane köpek vardır..

12 Eylül 2010 tarihinde halkın önüne, halkın anayasasını oluşturmak istiyoruz diyerek devletin bütün kurumlarına sıçrayan kanseri zincirlerinden koparacak bir yalan getirildi. Bazıları yandaştı bazıları karşıydı, birde yetmez ama evetçiler vardı, bu ülkeye ne kadar zarar vereceklerinin farkında bile olmayan..

Adaletle hıyaneti ayıran yüzde 7'lik bir uykuydu, yüzde 7'lik bir yalan.. Koyun sürülerine katılan yetmezcilerle ulaşılan bu güç artık vatanseverlerin boğazına saplanmaya hazırdı. Adalet sistemi çöktü, o hakimler o savcılar o anayasa mahkemesi anlamsızlaştı.

Yüzlerce vatan sever müebbete varan cezalarla zindanlara hapsedilirken, tecavüzcüler dışarıda halkın vicdanına saldırmaya devam etmekte. Tecavüzcü ne demekse bu kararların alınmasında emeği geçen o referandumda evet diyende aynı şeydir, hükümette aynı şeydir, cemaatte aynı şeydir, iman sahibi dürüst insanların gözünde.

Şimdi bir nefret bir kin savaşı başlattılar sonunda bizleri kazanacağı ve onların fikirlerinin asılacağı kendilerinin cezalandırılacağı. Günler çabuk geçmeyecek belki ama hak yerini bulduğunda herkes görecek adaletin anlamını.

Bir çok mahkum var, hepsinin yeri zihinlerimizde hazır ve daim. Ama biri var ki ne desek yetmez..

İlker Başbuğ.. Komutanım.. Türk ulusunun en kutsalı mahremi namusu olan büyük Türk ordusunun başkomutanı bugün terörist suçlamasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılmış, bir köpek İmralıdan havlayarak devleti yönetirken..

Bunun anlamı çok derindir. Bu nefretten çok çok ötede tarihle bir hesaplaşmadır. Şimdi herkes diyor ki madem bu adam suçluydu siz bunu niye atadınız? Onlar atarlar tabi çünkü hesaplaşacakları birşey var, kapatamadıkları bir defter, yenemedikleri ve asla yenemeyecekleri biri var.

5 Ağustos günü Mustafa Kemal ATATÜRK'ün başkomutanlık görevini aldığı gündür ve bu hain, bu paraya tapan, bu dini satan, bu vicdan tecavüzcüleri, bu yüzden İlker Paşamı başa getirirler, çünkü onun başkomutanlığını onun Kemalist düşüncelerini hapsederek, Atamızın hatırasına büyük bir kalleşlik yapmaktan başka bir düşünceleri yoktur.

Bu kararlar hem bugünün aydınlarıyla hemde geçmişin kahramanlarıyla hesaplaşma davasıdır.
Bugünle beraber bizim davamız da bu hainlere bu topraklarda yatacak yer bırakmama davasıdır.

Erol KÖK

2 Ağustos 2013 Cuma

Afganistan..



Yine farklı bir konuya değinme gereği hissettim ve çoğunuzun adını 11 Eylül saldırılarıyla öğrendiği Afganistan hakkında yazıyorum.

Afganistan tarihi itibariyle Türkiye'yi yakından ilgilendirmektedir. Şöyle ki 1919 yılında bağımsızlığı emperyalist ingiltere tarafından tanınmış bu ülke aynı zamanda Türkiye'yi bir anlaşma imzalanması yoluyla değil direkt olarak içindeki maddeler ile tanıyan ilk ülkedir.

Afganistanla ve o coğrafyayla ilişkilerimiz çok daha eskilere dayanmakta tabii ki, kültür mozaiğimizin önemli yapı taşlarından olan Horasan bölgesinin bir kısmının Afganistan topraklarında olduğunu söylemem tarihsel bağlarımızın ne denli güçlü olduğuna kanıt yerine geçecektir sanırım.

Afgan halkı Mustafa Kemal içinde önemliydi, şöyle ilk resmi ziyaret Afgan kralı tarafından yapılmıştı ve bunun yanı sıra Türkiye'den Afganistan'a binlerce Türk gencinin, subayların,doktorların,öğretmenlerin vs. giderek Afgan halkının medeni seviyeye ulaşması için yardımcı olduğunu biliyoruz.

Günümüz için en örnek alınacak ilişkimizde belkide Sadabat Paktını Afganistanla birlikte İran ve Irakla beraber imzalamış imzalamış olmamızdır ki, 1937 yılında imzalanmıştır. Sonrasında çıkan 2. Dünya Savaşında bu bölgede çatışma yaşanmamış olmasını doğrudan etkilemiştir.

Fakat bu ilişkiler Atatürk'ün vefatı ve 2.Dünya Savaşı sonrasında IMF ve abd ile içli dışlı olmamızla birlikte giderek resmi manada zayıflamıştır. Çünkü biz yüzümüzü yalancı batıya çevirdik ve önümüze konulan Avrupa Birliği havucunun kokusuyla kandırıldık. Sürekli darbeler ve siyasal istikrarsızlık ya da istikrar olsa bile devlet politikamızın olmayışı bu ilişkileri iyiden iyiye kopardı.

1979'da sovyetler işgal ettiğinde abd önce mücahitler olarak adlandırılan grubu destekledi, bu grubun başı Gülbeddin Hikmetyar. Sonrasında işler biraz karıştı ve bu sefer Taliban desteklendi ve El- Kaide ortaya çıkarıldı. abd organik bağını kurmuş oldu.

Harita yukarıda gerçi ama ben yinede yaziyim, Afganistanın kuzeyinde ruslar, güney doğusunda pakistan, güney batısında iran, en doğusunda çinle bile sınırı var. Bütün enerji transferini, ticareti kontrol edilebilecek bir coğrafyada, aynı zamanda 7000 metrelere varan yükseltileriyle savaş halinde çok avantajlı bir stratejik noktada bulunmakta.

Sovyetler bu bataklığa saplandıktan sonra, tam 12 sene sonra 1989'dan 2001'e abd aynı hatayı yaptı ve afganistana girdi. Bahaneyi biliyoruz zaten, kendi desteklediği piyonu suçladı ve yok etmek için oraya girdi, aslında orayı üs edinmek en önemli amaç. Afganistanda 51 havalimanı var, savaş halinde çok önemli hem rusya hemde iran cephelerinde...

Bu arada Gülbeddin Hikmetyar kimdir? Bu satılık adam önce parayı alıp sovyetlerle savaştı sonra başı boş kalınca radikal islamla Kabili tanıştırdı. Şimdide Talibanı desteklemekte.. Abd ile çatışır halde gözüküp saman altından su sürütmekte. Bu adamı tayyipten hatırlayanlarınız var mı? Hani tayyipin dizinin dibinde oturduğu molla, işte o adam gülbeddin hikmetyarın ta kendisi...

Adamı hocasından tanımak gerek..

İşte kısaca böyle bir tarihsel geçmişe sahip olduğumuz Afgan halkına 1921'de ki anlaşmamız gereği yardım etmemiz gerekirken biz işgal güçlerinin koruma kalkanı olarak işgale destek veriyoruz, bu sebeple millet olarak utanmamız gerekir. Afgan halkı ise özünü korumakta ki orada en çok saygı gören birlik Türk birliği..
Bunu görünce utancımızın dahada artması gerekir..

Normal şartlar altında 34 il şeklinde örgütlenmiş bu devlet şimdi 5 parçaya bölünmüş durumda, nüfusu 30 milyon ve 15 milyonu genç (18 yaş altında), yine işgal altında, yine din istismarı var, yine abd var, yine para var, uyuşturucu ticareti, tecavüzler ve silah kaçakçılığı var.

3.Dünya savaşına hazırlık için ve daha çok para için bunları yapanları ve buna göz yumanları kınıyorum.

Sonuçta sanıyorum ki, özellikle güney Afganistan bölgesinde takılıp kalan abd ve diğer koalisyon güçleri şunu bilmiyorlar, Afgan halkı son 200 yıldır o coğrafyada kimseye asla boyun eğmemiştir ve bunun değişmediğini de görmekten mutluluk duyuyorum.